24 Ekim 2010 Pazar

Güzel laflar

"No matter how crazy we are, there are always people crazy like us somewhere, who will love us."
               Catalina Rivada Garcia, Rascafria-İspanya, 2006

17 Ekim 2010 Pazar

Yeşil yeşil ağlamak

Böyle başlıyordu Lost. Sonradan bazılarının kalbinde ayrı bir yer edinecek, bazılarının ise anlam veremediğim şekilde gerizekalı, salak, mal hatta bencil gibi türlü kötü sıfatla nefretini kusacağı bir adamın dehşet içinde büyüyüp küçülen sağ göz bebeğiyle. 

Lost bitti. Şartların müsade ettiği(yardımsever dostlardan gelen dvd stoğu) bir zaman zarfında benim için de sonunda bitti. Tabii ki benim serüvenim tüm teknik gecikmelere rağmen eş zamanlı izleyenlere göre çok daha kısa sürdü. Neden tamamen bitene kadar kendisiyle hiç ilgilenmediğimi ancak Everything happens for a reason diyerek açıklayabilirim. İzlemeye başladığımda Oceanic 815'in yolcuları gibi "kaybolmuşluğun" sınırlarını zorluyordum, bitirdiğimde ise bazı amaçlarım olduğunu hissetmeye başlamıştım hayatta.

Postun bundan sonrasının bir hayli spoiler içereceğini söylerek devam edeyim.

Dizide ilk gördüğümüz şey olan Jack Shephard, her ne kadar Lost baş rol kavramının pek de olmadığı bir dizi olsa da esas oğlanımızdı. Baştan sona kadar bizimleydi, sezonların ilk flashbackleri, hepimizi şoka sokan ilk flashforward ve ilk flash-sideways hep onunla ilgiliydi. Hatta final bölümünün hemen sonrasında Hawaii'den canlı yayın yapan Jimmy Kimmel'ın dediği gibi dizi boyunca Jack'in sınavını izledik belki de. Uçak kazası ve sonrasında yaşananlar Jack'in sınavının en zorlu kısımlarıydı ve oldukça katı bir Man of Science olan omurilik cerrahımız, dizi bittiğinde en baba Man of Faith olarak inanılmaz bir değişim göstermiş ve böylece sınavı geçmişti. Jack Shephard'ın gözlerinin açılmasıyla başlayan 6 yıllık Lost serüveni, onun gözlerinin kapanmasıyla bitti. Bu ikisi arasındaki zaman diliminde bolca yaşardı o gözler, beni de John Locke ile birlikte en fazla ağlatan şeyler olarak.

  "Only for five seconds. One, two, three, four, five."
İlk bölüm. Oldukça artistik bir tirad söz konusuydu bu sahnede. Jack'in anlattığı hikaye daha sonra 2 kez daha karşımıza çıkacaktı. Olayın Jack'in hayatındaki ehemmiyetinin yine babasıyla alakalı olduğunu öğrendik sonradan. Ancak Jack'in Sawyer ve Kate'i kurtarmak için Benjamin Linus liderliğindeki ilk The Others kabilesine teslim olduğu bölümlerde Kate'e bu hikayeyi tekrar anlattırdığı sahne de oldukça etkileyiciydi.


                                          "Bring your father home Jack."
White Rabbit isimli bölüm dizide sıkça anılan Alice Harikalar Diyarında kitabına bir atıftı. Live Together Die Alone sözünü ilk kez bu bölümün sonunda duymuşken, Jack'in hayatının çocukluktan itibaren babası tarafından nasıl berbat edildiğini öğrenmiştik. İronik olansa, bir yandan babasının karar almaya kalkışma, sen lider değilsin, sende gerekli nitelikler yok diyerek Jack'in öz güvenini aşağılara çektiği flashbackler izlerken, bir yandan adadaki ilk günden itibaren her karar için Jack'in gözünün içine bakan lostie'lerin ilk büyük krizde(su) Jack'e danışmalarını ve kendisinden bir karar beklediklerini görmemizdi.
Captureladığım resimde annesi Jack'ten babasını bulup getirmesini istiyordu suçlayıcı bir tavırla. Sonraki bölümlerde Jack'in doğruyu söylemek adına babasını ele vermek zorunda kaldığını ve bu sebeple babasının sonu Avustralya'da bitecek ve Jack'i Oceanic 815'e bindirecek olan bir bunalıma girip öldüğünü görüyorduk.

                                        "I didn't fix you. You fixed me."
Bir türlü evlilik yeminini yazamayan Jack, Sarah'ya sadece ne hissettiğini söyler lafı fazla dolaştırmadan. Şu adamı "You will always need something to fix" şeklinde gudik bir bahaneyle aldatıp terk eden kadına ise bişi diyemiyorum daha.

                                                "Small world, huh?"
Hayatları kaza öncesinde bir şekilde kesişen lostielerimizden Sawyer daha önce Jack'le ilgili olduğunu anladığı bu anıyı paylaşmak istemiş ama vazgeçmiştir. Ancak ikisi de ayrı yollara gitmeye hazırlanırken daha fazla dayanamamış ve Jack'e babası Christian'la arasında geçen diyaloğu aktarmıştır. Barda oğlundan bahseden adamın, oğlu da kendisi gibi doktor olan bir doktor olduğunu, adının Christian olduğunu, oğlunu çok sevdiğini ve kendisinden çok daha iyi bir doktor olduğu için onunla gurur duyduğunu anlatmıştır adam Sawyer'a. Ama cesareti olmadığından bunları oğlunu arayıp söylemeye fırsatı olmamıştır. Sawyer hikayesini anlatırken yavaş yavaş neden bahsedildiğini anlayan Jack'le birlikte biz de kafamızı çeviririz adeta, ağladığımız görülmesin diye.

                                             "I married her!"
Jack şaşkındır, kızgındır. John Locke'ın destiny dediği hatch'ten Desmond çıkmıştır. Jack'i dellendiren de zaten bu tesadüftür. Desmond'ı tanımıştır. Arkasından deli gibi koşup niye bir düğmeye böylesi inandığını sorgularken Desmond da onu hatırlar. Stadyumda tour de stade yaparken düşünüp durduğu hastasını sorar ısrarla. O hasta Jack'in mucizevi bir şekilde iyileştirdiği ve evlendiği Sarah'dır.

                                       "I'm sorry, i couldn't repair it."
Jack Sarah'yı iyileştiremediğini sanmaktadır. Oysa mucizelere inanmazken bir mucize gerçekleştirmiştir. Düğünde kullanacakları masa örtülerini seçmeye giderken kaza geçiren Sarah'nın nişanlısı bir daha sevişemeyecek miyiz gibi öküzce bir tavırla ortadan kaybolmuşken, düğününde dans edebilmesini sağlayacağına dair  söz veren Jack vicdan azabı içerisindedir. Neyse ki sahne sonunda beraberce sevinçten ağlayacaklardır. 

                                              "Is she, is she happy?"
İçimi en çok acıtan sahnelerden bir tanesi. Juliet kendisi ve yakın çevresiyle ilgili her şeyi bildiklerini söyleyip ne öğrenmek isterdin diye sorduğunda, sadece eski karısının mutlu olup olmadığını soran Jack, "Evet, o çok mutlu." şeklindeki cevabı alınca açlık ve susuzluktan perişan haline rağmen mutlu olur. Yenilgiyi kabul eder, inadından vazgeçip Juliet'in söylediklerini yapar. Yere otururkenki bitmişliği bizi de bitirir.

"Forgive me."
Adadan ayrılmayı başaran Jack'in hayatı alt üst olur. İntihar etmeye çalışır ama ölmeyi bile beceremez. 

"Maybe you could give me a lift home?"
Hayatını sonlandırmaya çalışırken kendisini yine hayat kurtarırken bulan Jack'in hali içler acısıdır sahiden. Eski karısı Sarah'yı son kez gördüğümüz bu sahnedeki küçük yardım isteğine karşılık alamadığı gibi, her şeyin sarhoşluğuna bağlandığı anlaşılamamanın üzüntüsünü de yaşamaktadır.

                                           "We have to go back Kate!"
Sanırım sürükleyici dizi işte ya şeklinde izlediğim Lost'un sonunda beni kendine bağladığı ve sonraki bölümlerini kayıtsız şartsız izlememi sağlayan sahnesi budur. "İşte Lost bu" dedirten bir sahne olmuştur Jack'in titreyen sesiyle haykırışı.


                                          "How did this happen?"
İşler tersine dönmeye başlıyor ve Jack uçağın enkazından kalanlara bakarak bu kez Charlie'nin acısına ağlamak için yağmura sığınıyor, kısa zamanda yaşadıkları onca şeyi düşünerek.

                                         "You are not even related to him!"
Ne olurdu adamın arkasından iş çevirmeseydin Kate? Ne olurdu zaten ölmüş babası ve Hurley tarafından zıplatılan sinirlerini iyice bozmasaydın. Dürüstçe anlatsaydın Sawyer'a verdiğin sözü. Aaron dayısından bir daha görüşmemek üzere ayrılmazdı belki.


                                     "We're all convinced sooner or later Jack."
Benjamin Linus'ın son manipülatif zamanları. Jack'i de John'ın ölümünden dolayı yaşadığı vicdan azabını kullanarak vuruyor. I wish you had believed me gerçekten de ölen bir insandan duyulabilecek en üzücü cümlelerden birisi olsa gerek. İnanmaya başlıyor Jack sonunda, ikna oluyor.


                                         "Enough of it was."
Her şeyi en başa döndürebileceğine inanmıştı Jack. Uçak hiç düşmeyecek, hiç tanışmamış olacaklardı birbirleriyle. Kate bunu istemiyordu. Bütün çektiğimiz acılar kaybolacak diyen Jack'e, yaşadıklarımızın hepsi acı değildi diye cevap vermişti. Ama Jack bu kısa cümleyle sanki yaşadıkları tüm üzüntüleri Kate'in yüzüne çarpmıştı.


 "I spent my whole life carrying that around with me. I never want you to feel that way."
Ne güzel bir baba olmuştun Jack. Ne güzel bir baba olabilirdin. Demek ki hayatta en çok istediğin şey buymuş. Babanın sana gösteremediği sevgiyi oğluna gösterebilmek, babanın sana veremediği güveni oğluna verebilmek, onun kararlarına saygı duymak, yeteneklerinin önünde durmamak, yaptıklarıyla gurur duymak. Olmadı işte. 

                         "What happened happened and you can let it go."
Jack-John diyalogları her zaman en keyif aldığım şeylerdendi Lost'la ilgili olarak. 6. sezonda rollerin tersine dönmesi bu diyalogların da duygu seviyesinin artmasına sebep olmuştu. LA X'teki havaalanı sahnesi bunun sinyalini vermişti zaten. 


Hurley kaybedilenler için hönküre hönküre ağlayıp(bizi de içlendirip) kendini koyvermişken, Jack onlardan uzaklaşma ihtiyacı hisseder. Okyanusa doğru yürür, gökyüzüne bakar ve göz yaşlarını serbest bırakır. 


"You don't have a son Jack."
Jack bir şeyler olduğunu hissediyor ama kabullenmek istemiyor. Gerçekte vücudunu uçurumdan yuvarladığı John'ın bacaklarını, ölümü kabullenmeden önceki son anlarında iyileştiriyor.


 "I love you."
Kate'den hiç hazzetmesem de sonunda seçimini yapmış olduğunu görmek iyi oldu. Acaba gerçekten "I missed you so much." diyecek kadar sevdi mi Jack'i onsuz zamanlarda da?


 "Hang on Jack!"
Hurley boşuna kurtarmaya çalışır Jack'i. Ölümü kabullenmiştir artık. Görevini başarmıştır. Huzurludur. "What about you?" diye soran Desmond'a "I'll see you in another life brother." diyerek karısı ve çocuğunun yanına gitmesini söyler. Efsane repliği son kez duyduğumuz bu sahne, cümlenin en anlamlı şekilde kullanıldığı sahnelerden birisi olur.


"I love you dad."
Bir şey diyemeyeceğim. Fena etti burası beni. Bazı şeyleri söyleyebilmeyi beklemek için hayatın ne kadar kısa olduğunu tekrar beynime vurdu.  


"He walks amongst us but he is not one of us."
Jack'in omzundaki dövmenin anlamı son sahneyle ortaya çıkmış oldu. Başladığı yerde, bambuların arasında, artık eskimiş olan beyaz tenis ayakkabısının yanından geçerek, yattığı yerden kurtardığı arkadaşlarını ve aşkını taşıyan uçağı görüp gülümseyerek, Vincent'ın kendisini yalnız bırakmadığını görerek gözlerini kapadı Jack Shephard.

İyi bir mesleği, parası, görüntüsü olmasına rağmen bir insanın iyi niyetli olmasının hayatta "winner" olmak için yeterli olmadığını gösteren bir karakter olarak hafızamızdaki diğer etkileyici karakterlerin yanında yerini aldı böylece. Sürekli başkaları için kendini parçalayıp yine de kimseye doğru dürüst yaranamamasıyla nasıl bir dünyada yaşadığımızı tekrar hatırlattı.

Kim bilir, belki de gerçekten, başka bir hayatta görüşürüz doc.

10 Ekim 2010 Pazar

İyiydik lan

Sakızım düştü
...Tam o sırada çocukluk arkadaşım, canyoldaşım, hemşerim, biricik dostum Namık'ı gördüm. Ben ağzım açık oturdugum yerden Namık'a bakarken top ayağımdan alındı ve yine golü yedik. Gol tanıdık, rezillik tanıdık ama Namık farklıydı. Adam çıkarıp hemen oyuna dahil olması ve takıma dahil olması ve takımı kurtarması gerekirdi normal şartlarda ama öyle yapmadı. Elleri cebinde öylece bizi büyük bi ciddiyetle izledi. Oyun en sonunda havaya dikilen degajla bitti, top bayıra gitti. Top sahibi bayıra ben Namık'ın yanına koştum. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Ne güzel kir pas içinde, itişe kakışa oynuyorduk, neydi bu temizlik, neydi bu mesafe tam anlayamamıştım. Garip bir şeyler oluyordu. Bana cebindeki kutudan bi sakız verdi. Karşılıklı konuşmadan çiğnedik bi müddet. ''Biz bugün köye gidiyoruz. Üç ay yokuz'' dedi. Sevgili dostlarım şimdi tam anlatabilir miyim bilmiyorum ama o gün ilk defa bişeylerin değişmesinin beni ne kadar korkuttugunu anladım. Sanki hep öyle devam edecek sanarken, insanların bir takım kararlar alması, birden ciddi bir mesafe takınması çok koydu bana. En yakın arkadaşım çok yabancı geliyordu lan! İyiydik lan. Nereden çıktı bu köy demek istedim. Sonra anne baba ve kardeşi geldi. Bavulun bir ucundan tutup bayırdan aşşagıya doğru yürüdü gitti tertemiz yeni yıkanmış Namık. Arkasından bakakaldım. Boğazıma bir şeyler düğümlendi. Ağzımdaki sakızı biraz önüme tükürüp sakıza bir şut çektim sonra geriye doğru koşarak top sahibinin elindeki topa vurup düşürüp elime aldım, uzayladım. Top bayıra doğru gitsin istedim ama Namıkların terk edilmiş balkonuna düştü. Bayıra son bi kez baktım, arkasına bakmadan gidiyordu. S.keyim böyle hayatı dedim.

Çok sonraları, dört yıl önce, yine böyle bi yaz, mühendisliği anlamsız bir şekilde, ortada hiçbir neden yokken bırakıp zağar gibi sokaklarda gezdiğim sıralarda aynı duyguyu yeniden hissettim. Kız arkadaşımla Beşiktaş'taki çay bahçesinde oturuyorduk. Namık ciddiyeti vardı suratında. Ben '' bi çay daha içer misin'' diyecekken söze girdi ve ''ben geleceğimi düşünmek zorundayım Umut. kusura bakma'' dedi. İyiydik lan demek istedim diyemedim. Gidişini izledim. ''Artık kaşar oldum, bi daha hissetmem'' derken bu sefer asker ocağında sigarayı bırakmaya çalıştıgım sıralarda yakaladı beni duygu. Telefondaki ses çok ciddiydi bu sefer. İyiydik lan diyebildim bu sefer. Telefonu kapattım. Ağladım, çok ağladım. Ağlarken sakızım ağzımdan düştü. Ben hiç çok ciddi kararlar alamadım, karar alanlara arkadan baktım.

Umut Sarıkaya - Benim De Söyleyeceklerim Var

8 Ekim 2010 Cuma

Fix You



Aslında başka bir post vardı kafamda ama bu şarkıyı dinledikten sonra kendimi yazarken buldum, bu kafamın çatlamak üzere olduğu ve an itibariyle mutsuz hissettiğim aşırı yağmurlu günün sonunda. İstanbul sen ne biçim bişi oldun ya? Bu nasıl bir çılgınlıktır. Bugünlerde nefret ediyorum senden sanırım. Aslında senden değil seni bu hale getirenlerden nefret ediyorum. Hala daha içine nasıl sıçılabilir diye planlar, çılgın mı çılgın projeler yapılıyor, sırf birileri paralarına para katsın, rant ihtimaliyle iştahları kabaranlar ceplerini daha iyi doldursunlar diye. Beşiktaş'ı Taksim'i ada yapacağına en azından tramvayı Beşiktaş'a uzat lan. En basiti. Yeşil sermayemizin Manhattan'ı eksik kalmış. Sanırsam tek eksiğimiz ikinci boğazdı. Allah topunuzun belasını versin diyecem de, vermiyor. Olan metrobüste oksijensiz solunum yapmaya çalışan ya da arkadaşı Bolu'ya varırken köprüyü geçemeyen vatandaşa oluyor yine. Ama ona da müstehak aslında. Adam göz göre ebenizi sikecem diyor, taşak geçiyor sırıta sırıta, yine de ee napalım adam mı var diye ampule oy basıyorsun. Ampul de götüne girsin, girmiş zaten. Haa ne diyordum, İstanbul. Bi de beklenen deprem var. Geçenlerde hatırlatmış kendisini de ben Lost'ta lost olmuştum hiç bişi hissetmedim. Yalnız bu deprem öyle bekleniyor ki sanki paralel evrende gerçekleşecek. O kadar sallamıyoruz kendisini. Sonunda o bizi iyi sallamasa bari. Sonumuz hiç hayırlı değil.

Evet sinirimi biraz yazıya döktükten sonra yine Can Dündar üslubuma döneyim. Başlık manasını bulsun.

Yeni Türkü'nün Başka Türlü Bir Şey'i ile Coldplay'in Fix You'su birbiriyle yakın ilişkide beyin kıvrımlarım arasında. Ne diyor Chris Martin:
 "When you try your best but you don't succeed
When you get what you want but not what you need
When you feel so tired but you can't sleep 
Stuck in reverse."

Çoğu zaman istediğin şey aslında ihtiyacın olan şey olmuyor hayatta. "Başka türlü bir şey" olduğunu biliyorsun ama ulaşamıyorsun. Ben de haftasonu hiç uyanmamak istiyorum mesela ama mümkün değil. Yarın 8'de uyanacam yine. Muhtemelen yine beyhude bir çaba için. Chris kızı Apple'a ninni gibi Fix You'yu söylerken ben üzerime alınayım bari napayım. Siz de klibi izleyin izlemediyseniz. Coldplay'i keşfettiğim şarkı ve kliptir bu. Çok güzeldir. Run Chris run!