24 Ekim 2011 Pazartesi

Imagine



Ütopik bir dünyayı anlatan bir şarkı. Bu günlerde iyiden iyiye bir göz açıp kapayışla ütopik dünyalarda bulmak istiyorum kendimi. Sihirli değnek mi olur, paralel evren mi olur, rüyayla gerçek yer mi değiştirir ne olursa. Bu yaşadığımız hayat hayatlıktan, insanlar insanlıktan çıkmış durumda. Vahşet normal hale gelmiş. Ne haber izliyorum ne gazete okuyorum. İnsanlığa dair içimdeki son umut kırıntıları da bitsin istemiyorum. Hayal edebileceğim bir şeyler kalsın istiyorum.

Ülkelerin, savaşların, uğruna öldürecek veya ölünecek şeylerin olmadığı, sadece insanlığın kardeşliği olan bir dünya artık hayal bile edilemez durumda sanki.

IMAGINE

Çok oluyor değil mi, haklı oluşun kişisel doyumundan vazgeçeli,
Gramer tuzaklarına dayalı şah-mat tartışmalarına gönülindirecek yaşları geride bırakalı,
Kavramları, terimleri yangın söndürme araçlarının güveniyle taşımaktan cayalı,
Etiketleyip kaldırdığımız anladığımızın kavanozlarını kıralı,
Çok oluyor değil mi?

Hadi baştan başlayalım
En baştan
Bir 45'lik kadar kısa,
Bir 45'lik kadar kesin
Biri plâk, biri tabanca
Adı: Imagine

Hadi çıkaralım geçmişimizde suç ortağı ne varsa
Herkesin düşmanına benzediği bu dünyada
Ne eksik bizde, ne fazla
Ne arıyoruz şimdi şu kundaklanmış yılların başında
Kendimiz bulalım kara kutuyu
Ne kadarını kurtarabilmişiz kendimizin
Hadi sayım yapalım
İlk iş bu şiire "Imagine" adını koyalım.

Ne kadar uzak görünüyordu bize
Oysa geldik. İşte buradayız. Yaşlanıyor ve ayrılıyoruz.

Ne zaman karşılaşsak gözlerimizi kaçırıyoruz birbirimizden
Kaçamak sözler ediyoruz. Ayaküstü.
Ne zaman karşılaşsak unutmak istediğimiz ne varsa karşımızda

Gençliğimiz! Kimsenin olmayan gençliğimiz!

Gençliğimizi tartarken boşluk tutan avucumuzda...
Acı çekiyoruz
Acı çeken yerlerimiz kalmış diye seviniyor
Sonra ya bira içiyor, ya televizyon seyrediyoruz

Karşı çıktığımız dünyanın bir parçası olduk nicedir
Ürküyoruz bizi geçmişe bağlayan halatlardan
Yarım yangınlar çıkardığımız gemilerde tükettik bütün yolculukları
Dünyayı dinleyişin sonsuzluğunda
Olanakların hayaletleri ve biz
Kirlenen, çürüyen sularda yalpalayıp duran

Bir gözcü ıslığıyla kendinin terk edilmiş sahilinde dolaşan
Şu çocuk kim
Ya şu koynunda içedönük bir tabancayla uyuyan melankolik haydut
Hayata dişlilerinin dokunduğu yerden başlayan, erken törpülenmiş şu kalabalık
Ne kadar uzak görünüyordu bize
Oysa geldik işte buradayız
Bu kadar mıydık?

Boşalan meydanların uğultusu kaldı kulaklarımızda
Küllerine katılıyoruz büyük yangının
Gündelik adresler avutmuyor aşkın kollarını
Balıksırtı desenlerde çapraz günler
Birbirini tutmuyor yalnızlıklarımız
Birbirimizi yitiriyoruz her buluşmada

Sebepsiz üşüyoruz
Yüreğinde bir muştayı gezdiren günleri düşündükçe
Tiftiklenmiş bir sessizlikte bulunmuyor aradığımız kelimeler
Kabzasında uyuduğumuz şiddet rüyaları
Dağılıp gidiyor gündeliğin sisli peronlarında
Kalın bir kireç tabakası altında bütün duygularımız
Saat farkı var en yakınımızdakiyle bile aramızda
Demek ki o kadar da sebepsiz üşümüyormuşuz

Umutlar kiralamıyoruz artık, kullanılmış umutlar da karşılamıyor siparişlerimizi, ilkeler rehin, değerler eksiğine bozdurulmuş Büyük Pazar'da, Operadaki Hayalet yer gösteriyor ölen bir kültürün üyelerine, beşeri günahlarımıza makbuz kesiliyor, vergi yerine hayat iadesi topluyor Kent İdareleri, Kolluk Kuvvetleri kurusuz düzenleri dağıtıyor görüldüğü her yerde, eski plâk kapaklarını okşuyoruz yalnızlıktan, eski bir sıcaklığı arıyoruz magmalaşmış fotoğraflarda, kantaşıyla dindirilmiş kelimeler akıp gidiyor konuşamadıklarımızın üzerinden, takma yüreklerle sürdürdüğümüz alışkanlıklar geri tepiyor, çekimine girdiğimiz her yeni imkânın aydınlığında, tekrarlana tekrarlana içi boşalan gizleri pazarlıyoruz hayatına manşet arayanlara, naylon tadında maceralar, kalp para değerinde gecelik aşklar kırk kupona, hayatı birbirinden kopya çeken çocuklara slogan ve cıngıl üretiyor, ödüller veriyoruz düşü dar, yüreği ensiz gündüz yıldızlarına, buzlu ve hüzünlü rakılarla çınlattığımız içimizin kırılgan korunağı, iyi paketlenmiş vahşet sürüyor piyasaya. Görüldüğü gibi herkes kadar biz de benziyoruz düşmanımıza.
Biz ki, 45'lik plâkların, radyo istek programlarının, yazlık sinemaların çocuklarıydık, yarım kalmış devrimimizi emanet ettik doların ve markın dalgalanmalarına.

Yedi askı boynumuzda, elimizde yedinci mühür, koynumuzda akrep
Azap karşıdan karşıya geçerken selam veriyoruz anılarımızı arkadan vuranlara
Ne verili koşulların ufkundaki umut
Ne mutlak huzur arayıcıları
Oyalamıyor içinden geçtiğimiz karanlığı
Çıkıp geliyor toz duman içinde
Kavganın taş, aşkın tunç, kendimizin demir çağındayken
Bütün masalları dolaşmış kahraman
Poz veriyor içimizdeki kuraklığın peyzajına
Tarih sürüp giderken

Sırlarımızı ve çeliğimizi verdiğimiz sular
Çekiliyor eski topraklardan
Yeni volta boyları ufukta
Yepyeni tanımlar aranıyor
Dünyayı değiştirmek isteyen varoluşumuza
Biliyoruz ki buradan görünmez
Çünkü Büyük Umutsuzlardır dünyayı değiştirecek olan

Dipsiz bir öfke kadar derin
Dipsiz bir banknot gibi dolaşımda
Ne kadar uzak görünüyordu bize
Oysa geldik. işte burasındayız
Adını "Imagine" koyduğumuz şiirin.

MURATHAN MUNGAN

15 Temmuz 2011 Cuma

Matthew

It's now or never deyip başlıyorum takdir ettiğimiz Matthew'lere değinmeye. Alfabetik sırayla gidiyorum, dejenereyim.

Matthew James Bellamy 

İngiliz rock grubu Muse'ün solisti, gitaristi, klavyecisi, söz yazarı. Çok tiz notalara çıkabilen manyak ses sahibi ufacık tefecik çiroz bir insan. Muscle Museum şarkısı ile bam telime dokunup, Feeling Good'un en kara yorumunu yaptığı için kendisi bunalım anları için güzel bir seçenektir. Kate Hudson ile evlenmiş ve geçenlerde Bingham Bing Hawn diye bir kızı olmuştur. Çocuğuna ilginç isim koymakta Chris Martin'le mi yarışmakta bilemeyeceğim. Bing ne Matthew?


Matthew Staton Bomer


Google görsellere bu ismi yazdığınızda pek fazla çirkin fotoğrafa rastlamıyorsunuz. Adam gerçekten yakışıklı yani. Bir diğer yakışıklı tv insanı Jensen Ackles gibi Texas'lı. Kendisi daha çok Matt olarak biliniyor, bi aralar Matthew idim ekonomiyle birlikte downsizing'e gittim şeklinde espri yapan süper şeker bir insan. Gerçi kendisini Chuck'daki Bryce Larkin olarak tanıyıp az nefret etmediydik bi ara. Bu da yetenekli bir aktör olduğunu gösteriyor sanırım. Şu sıralar anladığım kadarıyla ülkemizde underrated bir dizi olan White Collar'da Neal Caffrey(On the Road'un Neal Cassady'sine gönderme gibi geldi bu isim) adlı bir dolandırıcıyı oynuyor takım elbiseler içinde. Diziye başlama sebebim olabilir.

Zachary Levi Chuck'ın ilk sezon ekstralarında Matt Bomer için Tanrı'nın gerçekten boş zamanda yarattığı bir insan diyordu. Yakışıklı, yetenekli, esprili, mütevazi ve çok iyi bir insan ve evet kendisi gay tabii ki :) Simon
Halls isimli sanırım menajer bir sevgilisi var. Allah mesut etsin.


Matthew Paige Damon

Matt olarak bilinen bir Matthew varsa o da budur. Matt Damon. Kendisi İngiliz, İskoç, Finli karışımıymış. Tip olarak çok beğenmesem de Michael C. Hall mu buna benziyor bu mu Dexter'cığımıza benziyor bilemediğimden sempati besliyorum. Birçok önemli filmde rol alsa da, The Talented Mr. Ripley ve senaryosunu yakın arkadaşı Ben Affleck ile yazıp Oscar kazandıkları Good Will Hunting kendisini takdir etmeme yetiyor.

2005'ten beri Luciana Barroso ile evliymiş ve 3 çocukları varmış. Maşallah.


Matthew Chandler Fox

Şu resimde en dikkat çeken yer gözler değil mi? Dünyada ağlamanın en çok yakıştığı erkeklerden birisi bu abi. Lost'ta pek göremedik gerçi ama çok da güzel gülüyor. İnternet üzerinde çok kötü fotoğraflarına rastlansa da ve Sawyer mı Jack mi tartışmasında sürekli Josh Holloway ile karşılaştırılsa da fazlasıyla güzel bir insan. Party of Five'ın bir bölümünde Matthew abimizin canlandırdığı Charlie karakterinin küçük kız kardeşi serseri bir kız arkadaşını eve getiriyor ve kafası hafif güzel olan kız "Sen gerçek olamayacak kadar yakışıklısın." diyor Charlie'ye. Sanırım Foxy lakabını hak ediyor bu sebeple.

Ama sadece görünüşten ibaret değil ki kendisini takdir etmemin sebebi bu. Amerika'nın köyü sayılabilecek bir yerde, gerçek bir çiftlikte büyümüş, lisenin son sınıfını okuması için gönderildiği yatılı okulda "hick" ve "redneck" diye dalga geçilmiş. Ama Columbia University'e futbol bursuyla girip Ekonomi mezunu olmuş. Daha da takdir edilesi yanı mezun olmaya yakın gittiği bir finans şirketinin iş görüşmesinde arkadaşından ödünç aldığı kısa gelen takım elbisesi ve ayakkabılarıyla hafiften dalga geçen plaza insanları sebebiyle o ana kadar düşündüğü gibi Wall Street insanı olamayacağına karar vermiş ve 2 yıl daha oyunculuk okumuş. Bunları da Columbia University 2007 mezunlarına anlattığı bir konuşma yapmış ki oldukça hisli bir konuşmadır.

Karısı Margeritha Ronchi gibi kendisinde de İtalyanlık varmış anne tarafından dedesi dolayısıyla. İtalyanca'yı akıcı bir şekilde konuşabiliyormuş. 2 tane de çocukları var ki zor zamanlarda kendisine destek olan karısına parayı bulunca sırt çevirmemiş bir tıynette olması nasıl bir insan olduğunu gösteriyor sanırım. En son İngiltere'de Thierry Henry'le beraber Arsenal maçı seyrederken görülmüş, Arsenal'in oldukça kötü olduğu bir dönemde Arsenal taraftarı olmasıyla da loser Jack Shephard'lıktan nasiplenmiş bir nevi :)


Matthew Gray Gubler
 
Soyadı yazıldığı gibi okunuyor, u ile yani. Anladığım kadarıyla manyağın biri. Yetenekten ölecek bir kişilik ve insanı sinir ediyor. Neyse ki bir hayli nerd. Tuhaf tuhaf hayvan resimleri çiziyor oraya buraya. New York Tisch School of Arts'da yönetmenlik okumuş, komik komik skeçler çekiyor. 500 Days of Summer'da bardaki dans sahnesinde dizini sakatlayıp 2 ay yürüyememiş ve o günden beri farklı renkte çorap tekleri giyiyormuş. Böyle anlatınca bir hayli tuhafmış gibi geldi de iyi bir insan ya bence. Şu videoda görülüyor:



Matthew MacFadyen

Mr. Darcy işte ne diyeyim yani. "I love, love, love you." diyerek içinde bir tek öpüşme sahnesi dahi olmayan bir aşk filmini romantik hale getirmişti bu İngiliz. Sesi de güzelmiş kendisinin. O değil de şu sahne ne güzeldi lan:


Matthew James Morrison

Bu James ismi en çok kendisine yakışmış sanırım, Jim Morrison'ı hatırlatarak. Kendisi bana daha çok James Dean'i hatırlatsa da, "triple threat" tabir edilen yapamadığı şey olmayan insanlardan. Bir hayli de şanslı sanırım. Orange County'de büyümüş, çocukken tiyatroya başlamış, Orange County High School of Arts'a gitmiş, okulun başkanı ve Prom King olarak seçilmiş. Lise son sınıfta artık profesyonel seviyeye geldiği futbol(bizim bildiğimiz soccer olan) ve sanat arasında seçim yapmak zorunda kalıp Mr. Shue'da kendisini canlandırdığı hocası tarafından sanata yönlendirilmiş ve New York Tisch School of Arts'a başlamış, 19 yaşında Broadway'de rol kapmış. 2009'da Glee'ye başlayana kadar çeşitli müzikallerde çalışmaya devam etmiş. Hatta yarısını İtalyanca yarısını eski İngilizce oynadığı The Light in The Piazza'daki rolüyle Tony'e aday gösterilmiş. Böylece Tony, Emmy, Golden Globe adaylıklarını sıralamış. İlk albümünü de bu yıl çıkarıp müzisyenliğini geliştirmeye devam etmiş. Şu sıralar çıktığı turnelerden fotoğraflarını gönderiyor twitter vasıtasıyla. Grammy'e de aday olabilecek bir albüm yapmasını bekliyoruz. Lakin bunların sadece yetenek ve şansla olmadığı da bir gerçek tabii.
Bu Glee'deki en sevdiğim performanslardan 2x7'deki Singin' In The Rain şarkısı Make'em Laugh (ki Singin' In The Rain'den parçalar yorumlama fikri de Matthew Morrison'dan çıkmış) ve bu süper neşeli koreografiyi çekerlerken ilk çekimde parmağı kırılmasına rağmen Matthew çalışmaya devam etmiş. Ortaya tekrar tekrar izleyip eğlendiğimiz görüntüler çıkmış. Teşekkür ederiz.

29 Haziran 2011 Çarşamba

Clara's Heart

1988 yapımı bu filmi NPH, NPH olmadan önce televizyonda izlediğimi hatırlıyorum. Zaten henüz o zaman da NPH değilmiş pek :) Ama yetenekli olduğunu bariz ortaya koymuş. Zira aynı adlı romandan uyarlanan bu filmde sadece Whoopi Goldberg ve küçük Neil oynamış desek abartmış olmayız bence. Zaten bu filmden sonra kendisine Doogie Howser, M.D. dizisi yapılıyor ve 1993'e kadar 4 yıl sürüyor. Bu arada Neil de büyüyor sanırım artık ve kendini sahnelere atıyor. Taa ki How I Met Your Mother'da Barney'le hepimize kendisini tanıtana kadar.
 Bu nası bişi ki böyle? :)

Sanırım gayet başarılı bir introduction olmuş, kendisinin introduce etmediği insan kalmadı ödül törenlerinde.

Karakteri David ezik, mutsuz, güvensiz bir çocuk. Hep böyle cüce kalacam diyor. Yüzme yarışmasında atlet giyiyor tombik.

Ama aksanlarını da pek güzel kıvırdığı neşeli Jamaikalıların arasına katılınca değişim başlıyor.

Kızlardan yana umutsuzken bir komşu kızıyla tanışıyor.

Şarkı söylüyor burda sing-along'una gurban. 

Filmin sonunda biraz büyümüş, gözlüklerinden kurtulmuş ve suited up bir David görüyoruz. Lakin bu çocuğun 15 yaşında olduğuna inanamadım ben. Hadi 1 senede ancak vizyona girdi diyelim film, 14 olsun ama 9 yaşında görünüyor bu insan. Kendisini ayrıca birkaç sene içinde en az 20 cm boy atıp şu anki çipil halini alana kadar zayıflayabildiği için de tebrik ediyorum.

Filmden neredeyse hiç bahsetmedim ama televizyonda seyredilebilecek bir aile filmi diyeyim siz anlayın. Neil Patrick Harris'in çocuk sesine ve görünüşüne rağmen bugünki awesome halinden izler görmek ise çok eğlenceli.


12 Haziran 2011 Pazar

Calling All Angels



Calling all angels, calling all angels
Walk me through this one,
Don't leave me alone.
Calling all angels, calling all angels
We're tryin' we're hopin'
We're hurtin' we're lovin'
We're cryin' we're callin'
But we're not sure how...

Melekler nasıl çağrılır bilmiyorum. Çağrıldıklarında gelirler mi, gelseler yardım edebilirler mi.

Çabalıyoruz, umut ediyoruz, acı çekiyoruz, seviyoruz, ağlıyoruz ve yine çağırıyoruz. 
Nasıl çağrıldıklarını bilmesek de.

2 Haziran 2011 Perşembe

Journey

Glee, çoğunlukla neşe enjekte eden bir dizi olmasına rağmen, bazı komik olmayan, lakin ruhumuza yer eden replikleri de barındırıyor bünyesinde arada sırada.

"Life only, really has one beginning and one end. And the rest is just whole a lot of middle."
İsteğimiz dışında doğduk ve her gün unutmaya çalışsak da ne zaman olduğunu bilmediğimiz bir gün öleceğiz. Önemli olan bu ikisi arasındaki zaman diliminde yapabildiklerimiz.

"At what age are you allowed to look back on your life with nothing but regret? Is 32 too young?... It's just been so long and i'm so tired."
Aşkın böyle bişi olmasını hayal ediyorum. En çaresiz anında, en tuhaf hallerinin bile sükûnetle, yargılanmadan, gülümseyerek karşılanması.

"But you should know that there is some boy out there, who's going to like you for everything you are. Including those parts of you that even you don't like. Those are going to be the things he likes the most."
Bu laflara da tüm naif romantikliğimle inanmak istiyorum.

20 Mayıs 2011 Cuma

Untitled

Şurada tv'nin en "stylish" 25 erkeği diye bir seçim söz konusu olmuş da, bu fotoğrafa ulaştım ordan. Bu insanı 500 Days Of Summer filminde Tom'un 12 yıllık sevgilisi olan mutlu mesut uzun saçlı arkadaşı Paul olarak görmüştük. Saçları kestirmek isabet olmuş bittabi. Bu resmi görünce bir koşu Criminal Minds izleyesim geldi, hemen gerekli yerlere haber saldım zaten:) Korsancılık teşkilatında adamlarım var. Esasen yönetmen olan lakin modellik bile yapan bu çok yetenekli ve güzel isimli Matthew Gray Gubler kişisi Criminal Minds dizisinde nerd de bir karakteri canlandırıyormuş iyi mi? Takibe almakta fayda görüyorum.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Güzellik

Bu nasıl tatlı bir fotoğraftır yahu, insan sırıtmadan bakamıyor. Şeker şeyler sizi.

Güzellik

Buna bağımlı oldum soulfrog'cuğum uzaklardan bir demet diziyle geldiğinden beri. Bir kere izlemek yetmiyor. Çok pis gaza getiriyor insanı.
Burnu büyük, ağzı yamuk, kafası az çalışıyor, dans edemiyor, şarkı söyleyemiyor ya da toplumun bize dayattığı cinsel rollerin tersini yapmak istiyor olabiliriz. Bunlar insanlardan kötülük görmemize,üzülmemize neden olmamalı. Biliyorum çok zor ama, olduğumuz gibi kabul edebilmeliyiz kendimizi. Özgürlüğe biraz daha yaklaşabiliriz belki böylece.

27 Mart 2011 Pazar

Güzel laflar

"... Pazar günü güneş batmaktayken, kendimle ilgili umutlarım ile hayatımın gerçekleri arasındaki fark öyle acı bir şekilde artar ki, en sonunda başımı yastığa bastırmış ağlarken bulurum kendimi."
Alain de Botton *


* quant'a teşekkürler.

İran sinemasını övüyorum

İran sineması hakında o kadar bilgim yok, estağfirullah. Ama Umut Sarıkaya'nın karikatürü aklıma geldi. Entel görünme heveslisi tipler biraraya gelmiş, abi gel bugün İran sinemasını övüyoruz diye birisini çağırıyorlardı yanlarına. Komikti. İran sineması deyince aklıma gelen, postta bahsedeceğim Macid Macidi(ya da Majid Majidi) filmleri dışında bir de Turtles Can Fly (Lakpoştha Pervaz Mikonend) var benim. Ama izlediğim zaman benzer duygular hissetmeme engel değil bu bilgisizliğim. 


Bu sahne geçen hafta bu saatlerde izlediğim ve yönetmenin beni yine dağıtmayı başardığı Baran filminden. Bunun gibi bir sürü fotoğraflık kare içeriyor zaten bu adamın filmleri. 2001 yapımı Baran, bizim algılayamayacağımız kadar ulvi bir aşkı anlatıyor olmasından mı, orada olduğunu bildiğimiz ama yokmuş gibi davrandığımız hayatları göstermesinden mi, "Bir parça ekmeğim var, paylaşır mısın?" gibi yaşadığımız zaman için artık anlaşılmaz gelen cümleler duymamızı sağlamasından mı bilmem, insanın içini eziyor. 


Bu sahne televizyonda izleyip yönetmeni keşfetmemi sağlayan 1997 yapımı Bacheha-ye Aseman (Children of Heaven) filminden. Bir çift ayakkabıyla ilgili olan film, kardeş sevgisini, çocuk saflığını ve birinci olmanın her zaman istenen bir şey olmayabileceğini bu kadar naif anlatabilmesiyle yüreğimizi yumuşatıyor. 



Bu sahne de 1999 yapımı Rang-e Khoda (The Color of Paradise) filminden. Aslında Cennetin Rengi'nden çok Tanrı'nın Rengi gibi bir anlamı varmış sanırım. Khoda, bizim de kullandığımız Hüda kelimesinin karşılığı olduğundan. Ki zaten böyle olması gerektiğini de filmin finalinde anlarız. Diğer iki filmden çok daha trajiktir bence. Gözleri görmeyen bir çocuğun dünyayı algılama çabasında ve babasının çaresizliğinde biz de kendimizi sorgularken, İran'ın aslında çok güzel bir yer olduğunu da görmemizi sağlamıştır yönetmen.

Yönetmenin diğer filmlerini de izlemek istiyorum bir an önce. Benim gibi basit, naif, içten insan hikayelerini, yalın ve şiirsel anlatımı ve sembolik görselliği seviyorsanız şiddetle tavsiye ederim. Üstelik ne kadar Batılı olmaya çalışırsak çalışalım bir o kadar Doğulu olduğumuzu görüp bir aydınlanmaya ulaşabiliyoruz kendi içimizde. Bu yüzden bir Batılının duygu sömürüsü ya da ajitasyon gibi algılayabileceği öğeler bizim için daha anlaşılabilir oluyor sanırım İran sinemasında.

Mesâiler Kabilesi

Kiminle Görüştüm Ben?
Bu kadar şekilsiz bir soru olabilir mi? Binbir türlü yamukluğun normal karşılandığı iş dünyasında olabiliyor. İnsanlar yazmaya çok üşeniyorlar ve konuşmaya hele telefonla konuşmaya bayılıyorlar. Bir sürü insanın arasında sevgilisiyle hangi filme gideceğinin kritiğini yapan, ders çalışmayan çocuğunu azarlayan ya da annesine ne yemek yapması gerektiğini utanmadan dakikalarca anlatanları hala anlayamıyorum. Ama bu soruya alıştım maalesef. Hatta kullanır bile oldum. Telefon hala en önemli sorun çözme aracı gibi duruyor çoğu şirket için. Ne kadar telefonla konuşmaktan nefret eden birisi olursanız olun ya da sosyal fobiniz insanların içinde rahatça konuşmanızın önünde büyük bir engel olsun, tabiri caizse sike sike kullanacaksınız bu aleti. Telefonu kapatmadan "kiminle görüştüm ben?" diye sorup, x bey ya da y hanıma bir dahaki görüşmenize kadar iyi günler dileyeceksiniz.


Yoğun
Biriniz de yoğun olmayın be. Nefret ettirdiler şu kelimeden. Oysa lisede hakkıyla anladığım fizik konularından birisiydi yoğunluk, hacim, Arşimet vs. d=m/v. Formülünü bile hatırlıyorum. "Bu aralar işlerimiz çok yoğun." Nasıl yoğun, kütlesi mi büyük hacmi mi küçük? "Çok yoğundum arayamadım hiç." d'm 1'den büyük inanmazsın, suya atsan batarım. Oeh. Tiksindim yemin olsun. İşler çok de, çok çalışıyordum de, Allah'ını seversen yoğun deme ya.

14 Mart 2011 Pazartesi

Bad news

20. yüzyıla girilirken insanlar arasında belli başlı bazı duygular hakimmiş. Bir kısmı yeni ve milenyumdan önceki bu son yüzyılı büyük bir iç sıkıntısıyla bekliyormuş. Bir grup optimist ise heyecanlıymış geleceğe dair. Şimdi 2000'lerden geriye baktığımızda 1900'lerin insanlık tarihindeki en hızlı, en muhteşem ve aynı zamanda en kalleş, en akla hayale sığmaz şeylerin yaşandığı yıllar olduğunu söyleyebiliriz. Ama ne olursa olsun yüzyıl başından itibaren hemen hemen her on yıllık zaman diliminin kendine özgü bir "zeitgeist"ı varmış.

Üniversitedeki yegane işe yarayan derslerimden bir tanesinde öğrendiğim bilgileri burada yazmaya çalışmamın nedeni de bugünlerde yaşadığımız zamanın bir ruhu olduğuna inanmamın gitgide zorlaşmasından kaynaklanıyor. Sanki her sabaha bir kötü haberle uyanıyormuşuz gibi hissediyorum. Sanki bombok olmuş gibi her şey, son çırpınışlardaymışız gibi. Ama umutsuz çırpınışlar bunlar. Güneş parlasa da karanlık gibi ortalık.  Dünyanın sonunun iyiden iyiye yaklaşması bir geyik değilmiş ama onu bile umursayacak gücümüz kalmamış gibi. Ruhsuz, tıynetsiz, meymenetsiz zamanlarda yaşamak bize düştü. Acılar bile delikanlı değil. Kara her şey, kapkara.

13 Mart 2011 Pazar

Aşık Barney'i seviyorum

Barney'nin aslında ne kadar kırılgan ve duygusal bir insan olduğunu gösteren sahnelere bayılıyorum şahsen. 4. sezonda Robin'e "I love you" demeye çalıştığı bir sahne vardı mesela, bildiğin üzülmüştüm. Son sezonda da babasının kim olduğunu öğrenmek istemediğini söyleyip annesine sarıldığı sahne böyle etkilidir üzerimde. Ama aşık halleri çok tatlı oluyor bunun yav, bana mı öyle geliyor?

Bir kadının Barney'i etkileyebilmesi için Robin gibi göt edebilmesi lazım geliyor sanırım.


Gülümsemeyi durduramıyor ya, çok şeker.


İtiraf ediyorum, bu sahnede sesli olarak "canım yaaa" dedim.


Hatırlarsanız Robin de Barney'e hastalandığında çorba içirmişti bir vakitler.


Ya bu dizi bu tarz Reality vs. Expectations sahnelerini çok iyi kıvırıyor ya da ben çok safım hemen oltaya gelip inanıyorum.
Ama sahneyi tamamlayan bu şarkı olaya apayrı bir güzellik katmıştı onu biliyorum.
 
Her ne kadar eğer Barney'nin durulacağı bir insan olacaksa onun Robin olduğunu düşünüyor ve diliyor olsam da, bunlar HIMYM'de görmek istediğim hareketler. Duygu dozu arttırılmış son sezonunu da çok sevdiğimi belirtmek isterim.

11 Mart 2011 Cuma

Forget You

Çok fazla yazmak istediğim şey var ama, şöyle şeker bir şeyle başlangıç yapmak istedim. Şarkı zaten güzel de (tabii aslında Fuck You olacak o) buradaki performans neşe dolduruyor insanı.Cee Lo Green'in tuhaf ötesi kostümü olsun, muhteşem kuklalar olsun, küpelerine ayrı kendisine ayrı bayıldığım Gwyneth Paltrow olsun, şarkının bağıra çağıra söylenip rahatlatan sözleri olsun. I really hate your ass right now diyor Gwyneth, Cee Lo da i hate you too diyor mesela, muhteşem bir katharsis. Oh ben bile rahatladım öyle bir durumum olmadığı halde.

10 Şubat 2011 Perşembe

Foxy Brian

Neden foxy? Çünkü bu dansında inkar edilemez bir seksapel var.(ahah, seksapel kelimesi de sadece kadınlara özgüymüş gibi yer etmiş, yazınca tuhaf geldi. Kadını cinsel meta haline getiren kapitaliz..aman neyse sustum.)Müsabakalardaki soğuk halinin tersine gülümsemesiyle olsun, tempolu müzikle coşuşuyla olsun, erkeksi hareketleriyle olsun. Bu gösterisinde sevdim ben bu fransız uşağu. Harbi bizim Karadeniz uşaklarına da benziyor aslında. Neyse, al izle coş. Brayan juberğ.

8 Şubat 2011 Salı

Bern 2011 Gala

Brian Joubert (Daft Punk)



Florent Amodio (Pop Medley)



Stéphane Lambiel (Wilhelm Tell)



Sarah Meier (Yann Tiersen)



Kiira Korpi (Cry me a river)

22 Ocak 2011 Cumartesi

Can't take my eyes off of you



Heath Ledger gideli tam 3 sene olmuş bugün. Şarkıyı pek çok kişi söylemiş olsa da, ismini duyduğum zaman benim aklıma hep bu sahnedeki performans gelir. 10 Things I Hate About You, ne şeker bir filmdir.

Heath Ledger'ın anısına, sevgiyle.

16 Ocak 2011 Pazar

Gri

Hava soğuk, karanlık ve yağmurlu. Güzel bir haber almayalı bir hayli zaman oldu. İş yerinde yaşananlar geleceğe dair umut vermiyor. Ömrün bu şekilde geçip gideceği fikri inanılmaz ürkütücü. Memleketin genel halet-i ruhiyesi zaten kapkara. Aşka dair ise bir inancım yok uzun zamandır. İnsanların bu hususta hayal kurabilmesi beni şaşırtıyor. Ailenin seni anlaması imkansız. Geriye sadece birkaç arkadaş ve sanat kalıyor hayata devam edebilmek için. İstanbul onlara ulaşmayı da zorlaştırıyor. Bu karmaşa ve hızda yaşamayı nasıl beceriyoruz bir an durup düşününce aklım almıyor. Ama insan öyle tuhaf bir organizma ki, her yere alışıyor. The Pacific'i izledim mesela iki haftasonu, savaş insanoğlunun ne kadar puşt olduğunun bir göstergesi ve nasıl oluyorsa bokun içinde bile yaşamaya alışıyor insan. Ölüm bu kadar yakında ve gerçekken niye bunu kendimize yapıyoruz onu hiç anlamıyorum. Six Feet Under'ın darmadağın eden son 4 bölümünü tekrar izledim geçen hafta mazoşistçe. Sırf ağlayabilmek için izlediğim-dinlediğim şeyler var. Ama ağlamak güzeldir gerçekten. Birikmiş hüzünden kurtarmaktır bünyeyi.

Bir de Six Feet Under şarkıları listesi hazırladım. Henüz izlememiş olanların bile gününü grileştirecek şarkılar bunlar:

12 Ocak 2011 Çarşamba

Je t'aime



Bunu gördünüz mü ya? Nesli tükenmekte olan son facebooksuz insanlardan olduğum için ben yeni gördüm. Ama facebookta çılgınca paylaşılan bir videoymuş bu. Bu aralar hiçbir zaman çok fazla olmayan Fransızca aşkım depreşince bu şarkıyı hatırladım. İstanbul'a taşınıp Joy Fm'de yabancı slow şarkıları keşfetmeye başlamamla Fransızca öğrenimim aynı zamana rastlar. Bu kadının "Je t'aime" haykırışları da o zamandan kafamda yer etmiştir.
Videoda bir sanatçının yaşayabileceği en güzel anları yaşıyor Lara Fabian. O "Je t'aime" diye şarkısını söylerken, seyirciler "On t'aime(Seni seviyoruz)" diye karşılık veriyorlar muhteşem bir senkronla. Vay be.

2 Ocak 2011 Pazar

Music



"Music, makes the people, come together
Music, mix the bourgeoisie and the rebel"

Bu sözlerin en anlam kazandığı performans buydu benim gözümde. NTV'de izleyip nasıl coşkuyla dolmuştum. Tekrarı çıkar mı acaba diye sürekli NTV izletmiştim evdekilere de canlarından bezdirmiştim. Niye bu kadar etkilendiğimi şimdi anlayabiliyorum sanırım. Bu şarkı, dans, bembeyaz kıyafetler, Hyde Park'taki binlerce insanın ellerini ve kalplerini biraraya getirmesi, birkaç dakikalığına kim olduklarını umursamadan sadece şarkı söylemeleri ve Madonna'nın neden Madonna olduğunu tekrar hatırlattığı muhteşem enerjisi sadece insanın tüylerini diken diken etmekle kalmıyor, aşırı bir umut veriyordu. Woodstock iyimserliğinin yeniden var olabileceği umudu, tüm Live 8 konserlerinde olduğu gibi Londra'da da kendini gösteriyordu. Orada bulunan şanslı insanları kıskanma duygusu, kilometrelerce uzakta televizyon karşısında bile aynı duyguların paylaşılabilmesi gerçeğine karışıyordu.