27 Eylül 2010 Pazartesi

Ne me quitte pas



Sözlerini anlamasaydım da anlardım bunu seyrettikten sonra. Müziği yaşamayı sevdiğim için, Stéphane'ın müziği yaşayıp yaşattığı danslarını seyretmeyi çok seviyorum. Hayatta en az bir şeyi tutkuyla sevmeli insan.

Güzel laflar

"Maybe in the end, all you can really hope for, is that your last thought is a nice one. Even if it's just about the taste of a nice, cold beer."
                                                                     J.D, My Last Words
Tabii şu da etkili.

26 Eylül 2010 Pazar

Mesâiler Kabilesi

a'nın üzerinde şapka var ki uzun okunsun. Biliyorsunuz Cem Yılmaz tabiri bu. İlkel yaşama isteğinden dem vururken, mesai denen kavramı icat eden acınası insan ve onun bugünkü cemaati için sarfedilmiş bir sözcük öbeği.(Bundan sonrasında şapka olmayacak, uğraştırıyor shift filan, Fransızca yazılan ödevleri hatırlıyorum ve geriliyorum ayrıca.)
Mesailer temel olarak ikiye ayrılabilir. Kamu denilen devlete hizmet eden yığınlar ve özel sektör denilen, sırf kapitali olup biraz da şansı olduğu için bir sürü insanı parasına para katmak için çalıştıran patronlara hizmet eden yığınlar.
Ben geçmişteki kısa staj tecrübelerimde ve yeni başladığım tecrübemde ikinci gruba dahil olduğum için onlardan bahsedeceğim bir nebze.

İlk izlenimler

Mesai kabilesi insancıkları işlerine ulaşmak için sabah erken saatlerde kalkarlar. O sıkıcı ortam için sıcak yataktan kalkabilmek bile büyük bir teşekkürü hak etmektedir. Grilik burada başlar zaten. Uyanılan sabah ne kadar güneşli olursa olsun. Kabile mensuplarının bir kısmı toplu taşımada koşuştururken bir kısmı patronların tahsis ettiği servisleri kullanırlar. Adlarını bilmedikleri tanışlar edinirler işe ulaşma yolunda. Her sabah karşı kaldırımda bekleyen uzun saçlı satış elemanı tipli çocuk yahut kırmızı servise binen kız gibi selamsız tanıdıklar. İstanbul'da yaşayanları trafikle de mücadele etmek zorundadırlar. Hele bir de kıta değiştiriliyorsa, her an her şey olabilir. İşe 10 dk. erken de 45 dk. geç de varabilirler. Yarım kalan uykuyu serviste tamamlamaya çalışan gözleri kapalı ve gövdesi aracın hareketleriyle sallanan mesai mensupları post-apokaliptik filmlerdeki sahnelere benzer korkunç görüntüler ortaya koyarlar bu halleriyle.

Kabile insanları işe gelir gelmez bilgisayarlarını açar, çaylarını ve poğaça/sandviçlerini alırlar. Büyük bir görev bilinciyle internetten gazeteleri okurlar. Sonra mail kutularını açıp işe koyulurlar.

Samimiyetsizlik diz boyudur. Sürekli yapmacık bir gülümsemeyle selamlarlar birbirlerini. "Bey"ler, "Hanım"lar havada uçuşur. 20 sn önce şakalaşılan insan odadan ayrılınca küfürlerle anılır. Telefonda hanımefendi/beyefendi olan insan ahizeyi yerine koyar koymaz gerizekalı olur şerefsiz olur. Hiçbir şekilde tahammül edemedikleri insanlarla hayatlarındaki herkesten daha çok zaman geçirmek mecburiyetindedirler. Berbat esprilere gülüyormuş gibi yapmak mecburiyetindedirler. Yalan bir hayat yaşamak mecburiyetindedirler. Mecburen, mecburen mecburiyettendir biteviye.

Özgürlükleri windows media playerın çaldığı şarkılar ve free friday gibi kurumsal zamazingolarla sınırlıdır. Faks, telefon, yazıcı, tarayıcı en iyi dostları olur. Cuma akşama doğru otomatik neşe gelir bunlara. Ama hiçbirisi çaycı Mustafa abi kadar mutlu ve güler yüzlü değildir. Panikten stresten yemek yiyemezler. Çay üstüne çay içerler. Sağlıksız sağlıksız dolanırlar etrafta. İşler yetişmeyince fazla mesai denen şeye kalırlar. Kendi hayatlarına ayırdıkları süre iyice kısalır, kuşa döner.

Ütü hayatlarının önemli bir parçasıdır. Pazar akşamları bir öküz oturur böğürlerine. Pazartesi sabahları uyanmak daha bir zordur.

P.S: Postun yazımı sırasında Tori Amos - I don't like Mondays deyip duruyordu loopda.

16 Eylül 2010 Perşembe

Güzel laflar

                                    "You know, memories, they're all i've got."
                                                                  Charlie Pace, The Greatest Hits

15 Eylül 2010 Çarşamba

Pachelbel's Cannon in D Major

  Download this mp3 from Beemp3.com

Ne istiyorum biliyor musun? Mevsimlerden sonbahar olsun. Bir abim olsun sevdiğim, beni seven, kollayan. Henüz 15 yaşında olayım. Bi haltlar yemiş olayım o yaşın aptallığından. Büyük olmayayım yani hep olduğum gibi. Büyüklük de bende kalmasın. Saçmalayayım istediğim gibi. Neyse işte. Yağmur yağıyor olsun. Böyle gök gürültülü filan. Uyumaya çalışayım o gece. Daha doğrusu uyuyacağım diye kandırayım kendimi. Düşünüp kendimi suçlarken ağabeycim girsin odama. Desin ki boş ver. Rahatlatsın böyle. Gözlerim dolsun. Sonra yanıma otursun. Uykum yok desin. Sabaha kadar konuşalım öyle. Ertesi güne aldırmayalım.

Johann Pachelbel’in Cannon in D Major isimli eseri, klasik müziği gıy gıy olarak tarif edenlerin bile içini ısıtacak cinsten bence. Bana da bu mor satırları hissettirdi dinlerken. Ama çok neşelendirebilir de. Hayatın fon müziği gibi bişi. Zaten birçok farklı enstrümanla icra edilmiş birçok farklı versiyonu bulunuyor. Hepsinde de ayrı bir duygu veriyor. Nasıl bestelemişse adam. Müzik işte. Söze gerek kalmadan bir şeyler anlatabilmek. Sadece notalarla.17. yüzyılda Almanya'da yarat, Seymen Ağa'nın cep telefonu melodisi olarak duyalım Asmalı Konak diye bir dizide, 20. yy Türkiyesi'nde.

9 Eylül 2010 Perşembe

Blok geldi faul dedi!

Tanjeviç'in özellikle takım savunma yaparken kendi oynuyormuş gibi kenarda kendini parçalaması ile gecenin en sempatik karelerinden birisini oluşturan Ömer-Kerem-Hidayet üçlüsünün farklı bir açıdan göründüğü bir fotoğraf olmuş bu. Ne muhteşem bir maç oldu değil mi sevgili basketbol severler? O salonda olmayı isterdim. Leblebi gibi üçlük attığımız, basketbolun tüm güzelliklerini gösterdiğimiz, oyuna giren her oyuncunun istisnasız katkı sağladığı, neredeyse mükemmel oynadığımız bir maçtı. Slovenya'yla oynayıp da fark 20 sayının altına düşünce canımızın hafiften sıkıldığı bir oyundan bahsediyoruz. Oysa maçtan önce bu kadar rahat kazanacağımızı kimse düşünmemişti. "Türkler uçuyor"du sahiden dün gece.
Basketbol milli takımı her daim yetenekli oyunculara sahipti. Ama takım ruhunu bu kadar somut hissettiğimiz bir turnuva olmamıştı. Hatta büyük yıldızların ego savaşları yüzünden ciddi tartışmalar bile yaşanmıştı. Bu turnuvada ise sporcuların ne kadar iyi bir sinerjiye sahip oldukları maç sonu sevinçlerinden bile anlaşılabiliyor. Beni en çok mutlu eden de bu.
NBA'de oynayıp da sevincinden zıp zıp zıplayan bir Hidayet gördü bu gözler. Daha ne olsun. Hatta, ne sakin olcam ya manyak mısın?:) Milli duygular apayrı bir gaza getiriyor insanı demek ki.
12 Dev Adam ilk 4'ü garantiledi. Böyle oynamaya devam ederlerse şampiyon olmaları sürpriz olmaz. Ama madalya bile alamasalar sorun değil. Bu kadar çılgınca güzel maçlar izlettirdikleri için teşekkürler hepsine.

Age of Innocence



E.R, ilk kadronun henüz dağılmadığı sezonlarını her hafta, hafta sonundaki tekrarıyla birlikte çılgınca seyrettiğim, sonradan nedense eskisi gibi takip edemediğim bir tv efsanesi. 15. ve son sezonunun tekrarlarını hafta içi her gün e2'de iftar sonrası izledim ve çok başarılı bir oyuncu keşfettim. Yukarıdaki sahneyi ohaa nidalarıyla izlediğim ve çok etkilendiğim için paylaşmak istedim. Bu sahnede acil serviste yaşanan benzer bir vakada kendini bularak, beklenmedik bir anda(aynı zamanda kendini herkese çok açmamasıyla tanıdığımız karakterden beklenmeyecek bir şekilde) çocukken uğradığı cinsel tacizi anlatmaya başlayan Dr. Simon Brenner, aslında diziye bir önceki sezon girdiğinde Barney Stinson benzeri womanizer bir karakter sergiliyormuş. Arada izlediğim birkaç bölümde stajyerlerle yatıp göt gibi ortada bıraktığını filan hatırlıyorum. Sonra bu sezonu izledim ki, adamın çocukluğundaki travma öyle böyle değilmiş. Dahası bildiğin aşık olup süper romantik jestler yapan bir herife dönüşmüş, hatta Hint güzeli cerrah kızımız marifetiyle kıçına tekmeyi bile yemiş.
İzleyebildiğim kadarıyla karakterdeki değişimleri çok güzel yansıtıp, hep öne çıkan bir performans sergileyen aktörün adı David Lyons imiş. Kendisi The Mentalist'in Patrick Jane'i Simon Baker gibi bir Avustralyalı ve "a"ların yazıldığı gibi okunduğu Aussie aksanını sevdirenlerden. Bu gibi underrated performanslar izleyince Emmy, Golden Globe gibi organizasyonların ne derece isabetli seçimler yapabildiklerini sorgulamadan edemiyor insan. Belki kıyıda köşede kalmış müthiş yetenekler var ama yeterince popüler olmadıklarından haberdar değiliz. Di mi Güntekin?

3 Eylül 2010 Cuma

Nostaljim geldi



Gitmeyen trafikte 2 saat serviste bunalan beyaz yakalılar güruhunun içindeki ilk Cuma günü. Milyonlarca insan ömürlerinin en güzel zamanlarını birtakım patronlar daha zengin olsunlar diye harcamak için can havliyle klimalı ofislere gidiyorlar sabahları. Akşamları da insani ihtiyaçları için gerekli zamanı çıkarırsak birkaç saat yaşamak için evlerine dönüyorlar. Modern kapitalist düzen fazla seçenek bırakmamış insana. Seçtiğini zannediyorsun ama seçemiyorsun aslında.
Bunların Kenan Doğulu'yla bi alakası yok tabii. Eski saf zamanları hatırlatıp hüzünlendirmesi dışında. Yazmışsa bozmak olmaz di mi Kenan?