26 Aralık 2010 Pazar

MJ

# Bu yazıyı çok sevgili, bıcırık, şeker ötesi insan MJ'e ithaf ediyorum. Dün o sevimli mesajıyla beni depresyondan çıkarmasaydı evde depresif depresif oturup iyice karamsarlaşacaktım. Onun yerine giyindim, süslendim, dışarı çıktım, bir grup güzel kızla mekana, zamana ve çevredekilere aldırmadan çenem ağrıyana kadar güldüm. Basketbol bahane muhabbet şahane oldu. Çok da güzel oldu tamam mıaa? O değil de, her yerde ye kürküm ye anasını satayım. Tipimize bakıp biletlerimizi kontrol etmediler bile. Ne yalan dünya.

# Dünyanın yalan olduğunu bu hafta bir kez daha anlamıştım. O çok hoş olmamıştı aslında. Aslında bildiğin bir şey ama işte bu boyutlarda olduğuna inanmak istemiyorsun. Torpil müessesesi Türkiye'de en iyi işleyen mekanizma olsa gerek. Bir de haklarını arayanları susturma mekanizması. Bunlar mükemmel gerçekten.

# Bir tespitim var. Şimdi bizim memlekette ilk kez tanışıldığında bile kadınlar kadınlarla ve erkekler erkeklerle öpüşür ama erkek-kadın öpüşmez, en fazla el sıkışır di mi? Avrupa'da ya da ABD'de olay tam tersi oluyor. Erkekler kendi aralarında en fazla böyle sırta vurmalı bir yarım sarılma yapıyorlar el sıkışıp, ama kadınları öpüyorlar yanaktan gayet normal bir şekilde. Hatta erkeklerin öpüşmesi gaylik gibi görülüyor, zinhar rastlanmıyor heteroseksüel erkekler arasında böyle bir şeye filan. Her şey ne kadar da kafamızın içinde aslında di mi, tüm sınırlar, tüm kurallar, Brenda Chenowith'in dediği gibi.

# Bir tespitim daha var. Bu dolmuş olayı dünyada bir tek bizde mevcut olabilir lan. Ne acayip. Düşünsene Parisliyi "Müsait bir yerde inecek var!", Londralıyı "Kaptan ışıkta bıraksana!" filan diye bağırırken. Burbankli arkadan para uzatıyormuş mesela. Bu kültürden yoksun adamlar. Yazık. Ayrıca kim şoföre kaptan denebileceğini düşündü bunu da merak ediyorum.

# Herkesin olduğu gibi benim de kanka olmak istediğim ünlüler var. Şimdilik şöyle sayabilirim:

Craig Ferguson
Neil Patrick Harris
Jim Parsons
Yvonne Strahovski
Penelope Cruz

Ayrıca ekşi sözlükteki ilgili başlığa aslında sevişmek istediği ünlünün ismini yazıp da sonra "altına kanka ayağı göt ayağı" bakınızı veren mallardan nefret ediyorum. Basıyorum eksiyi. Komik olduğunu sanıyor bi de. Senin gibi bir sürü mal aynı iğrençliği yapmış aslında ama önceki entryleri okumaktan aciz olduğun için fikrini çok orijinal buluyorsun. Canım benim.

# Güzelim Christmas TV'nin "Come on home!" kısmına "İctima var!" diye güfte yazıp evde bağıra çağıra söyleyen kardeşim de askerliğin mantığın bittiği yer olduğunu tekrar ispat etti. Şarkının da içine etti sağolsun.

# Kendim için istediğim yeni yıl dileğim gerçekleşmedi. Ben yine Seattle isteyeceğim bu sene. Gerçekleşmesi imkansız olsa da. Düşündüm de, en fazla gitmek istiyormuşum. Herkese hayallerinin gerçekleştiği bir yıl diliyorum.

23 Aralık 2010 Perşembe

Hauntingly Beautiful



Ted Mosby HIMYM'in bence en güzel bölümlerinden olan The Pineapple Incident'ta Barney'nin gazıyla kafayı bulunca karaoke kelimesinin empty orchestra demek olduğunu öğrenip "hauntingly beautiful" diyordu ya, bu performans da öyle. Sona doğru tüylerin diken diken olacak, garanti veriyorum.

Aliona Savchenko - Robin Szolkowy çifti buz üstünde muhteşem uyumun ve estetiğin çifti. Bayılıyorum. Ama çok zamanları kalmadı maalesef sporcu olarak.

16 Aralık 2010 Perşembe

Of Necdet Of


Bu Hatırla Sevgili ile Çemberimde Gül Oya benim dram kotamı doldurmuş arkadaş. Cuma geceleri böğrüme öküzler otururdu Hatırla Sevgili bitince. Hele şu bölüm gibi bölümler sonunda perişan olurdum çok iyi hatırlıyorum. Cumartesi de leyla leyla dolaşıyordum ortalıkta staja filan gittiğim halde. Hey gidi. Anladım ki kimse, hiç kimse sen değil be Necdet.

12 Aralık 2010 Pazar

Karamel

# Karamel işte. Bir kelimeyle, hem de çok güzel bir kelimeyle kırılacak kadar örselenmiş ruhumuz. Karamel alanlardan değil verenlerdenseniz daha çok kırılacaksınız. Maalesef.

# Av Mevsimi'nden kısaca bahsedecem. İçimde yazma hevesi bile yok kendisine karşı. Filmden çıktığımızda jazz ve clair'e yaptığım ilk yorum: "Bok gibi bir film." olmuştu, jazz'ın isteğiyle verdiğim puan da 6/10. Çok büyük beklentiyle filan da izlemedim. Ama o kadar aptalca şeyler vardı ki filmde, bir şeye benzetemedim. Hatalarını kabul edip yine de izlenesi film diyenleri anlıyorum da, muhteşem bir film sırf Hayde sahnesi için bile izlenir diyenleri aklım almıyor. Hayır arkadaşım bir film sırf bir sahnesi için izlenmez. Hele gereksizce uzunsa. Ana haber bültenleri bile kaç kere gösterdi malum sahneyi ki bence de filmdeki güzel birkaç şeyden birisiydi. Sanatın duyguyla alakalı bir şey olduğunu hatırlamamızı sağlayan filmdeki ender sahnelerden bir tanesiydi ve "Yaşasın cinayet masası!" saçmalığını tazmin edebildik. Ama bunun gibi birkaç sahne ve görüntü yönetiminin başarısı filmin tamamındaki olmamışlığı tazmin edemedi maalesef. Ayrıca Kazım Koyuncu'nun Hayde'sinin bu şekilde tanınması ve Anlamazdın misali ayağa düşmesi belki biraz bencilce olacak ama, rahatsız etti beni.

# Sırf gri değil ne ojeler varmış meğer. Suda renk değiştirenler bile varmış. Oje konusunda vizyonum çok darmış. Sırf ojeye adanmış bir blog bile varmış sanal alemde: http://hangiojeyakismazkibana.blogspot.com/
Bunu dün keşfedip kayboldum sitede renkten renge atlarken. Oje bağımlısı olduğumu da tescilledim işaretlerini paylaşarak.

# İşimdeyim Gücümdeyim kendi kendime puhaha şeklinde deli gibi gülmelerim eşliğinde sona erdi. Umut Sarıkaya'ya bir kez daha sen çok yaşa e mi dilekleri iletildi.

# Mahallede dün gece başlayan elektrik kesintisi bu akşam 5'e kadar devam etti. Kombi yanmayınca battaniyeli çocuk gibi kalakaldık. Evdeki telefonların ve bilgisayarın da şarjı tükenince benim emektar walkmane başvurdum. Lisede arkadaşın çektiği yabancı kasedi dinledim yıllar sonra. O zaman sözlerini anlayamadığım şarkılar aşırı melankolik 80'ler şarkılarıymış meğer. Eğlendim. Ama Careless Whisper candır bak. Hele Rufus Wainwright yorumu orgazmiktir. Şöyle: http://fizy.com/s/13trnn

# Karamel alanlardan ol dedim ya, bir de hiçbir şeyin farkında olmayanlardan ol mümkünse. Fazla farkında olunca dünya dayanılmaz oluyor çünkü. Ölümün fazlasıyla farkındaysan mesela, 2 sn sonra ölebileceğinin farkındaysan ve iş yerinde iş yapıyor gibi görünmek için manasızca bilgisayar ekranına bakıyorsan aynı anda, yapmak istediğin birçok şey varsa ve yapamıyorsan, kapkara oluyor için. En son Desmond Hume abimizin de dediği gibi "Ignorance is Bliss".

# Was a long and cold december dedirtecek bir kış geldi. Umut Sarıkaya'nın deyişiyle "Yaz insanları" siktirip gidebilirsiniz artık parmak arası terliklerinizi de alıp. Gün mandalina ve çorap dostu kış insanlarının günü.

# Doktor Jivago'yu okuyorum. Ama ben bu Rus Edebiyatı'ndaki milyon tane karakter olayından sıkılıyorum açıkçası dostlar. Çok mühim kavramlardan bahsediyorlar, çok didaktikler ama her bölümde karşımıza ayrı birisi çıkınca ben kopuyorum ister istemez kitaptan. Suç ve Ceza'da da öyle oldum mesela. Raskolnikov'u özümseyebildim bir tek. Zaten bir insanın da birden farklı bir sürü ismi oluyor ya, iyice içinde çıkılmaz oluyor her şey. Ama yine de okumalıyız klasikleri elimizden geldiğince.

# Son olarak şundan bahsedeyim:

Bu haberi görünce kardeşime Matthew abi tiyatro oyununda oynayacakmış dedim. Hangi Matthew abi dedi, kaç tane Matthew abi var dedim. Hee doğru dedi. Buradan kendisini ailecek abi gibi sevdiğimizi anlayabilirsiniz. Bu oyun da Akbank Yeni Kuşak Tiyatro'da dostlarla izleyip pek beğendiğimiz Şeylerin Şekli'nin yazarının başka bir oyunu. 2 kardeşi anlatan bir kara komediymiş. Nasıl olacağını merak ettim tabii ama Londra'ya gitmek de pek imkan dahilinde görünmüyor. Mart'ta yolu Londra'ya düşecek birileri olursa daha fazla bilgiye şuradan ulaşılabilir: http://darkufo.blogspot.com/2010/11/matthew-fox-in-forest-dark-and-deep.html

# Ben Rufus'cığımla kendi kendiliğime geri döneyim. Oooh Jerusalem diye sahte sahte neşeleneyim.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Nostaljim geldi



Ne pis milletiz arkadaş. Kadıncağız deneysel bir şeyler yapmak istemiş. Güzel güzel giyinmiş, İstiklal'de şarkısını söylemeye başlıyor. Arkasında toplanan kalabalığa bak. Neredeyse memleketin bir numaralı sorunu abazanlıktır diyesim geliyor böyle olunca. Onun haricinde, Galatasaray Lisesi'nin meşhur kapısının özel olarak açtırıldığı klipte, İstiklal Caddesi'nin eski granitsiz hallerini de görüp ayrıca hüzünlenebiliyoruz. Şapkalı abiye de gönüllü korumalığı için teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Eneem



Onların oralarda soccer derler de, Metyüv yendi britişleri top sektirmede valla. Topçu çıktı bi de bizim oğlan iyi mi? Kızcağız da eteğiyle filan uğraşıyor, ilginçmiş o kısımlar. Diğer sunucunun tayt formundaki pantolununu da belirtmeden geçemiycem. Metyüv ne işin var la orda?

30 Kasım 2010 Salı

Kürk Mantolu Madonna

Kitabın çok afilli bir ismi varken oldukça sıradan bir kapağı olması beni şaşırtmıştı açıkçası. Böyle bir resim olabilirdi Sabahattin Ali fotoğrafı yerine. Bu resim, Maria Puder'in portresinin orijinali olan Andreas Del Sarto'nun Madonna Delle Arpie'si. Kitabın ruhunu hissedebiliyor insan Madonna'ya bakarken tuhaf bir şekilde.
Kürk Mantolu Madonna ise sadece okunmalı. Kişiye özel olmalı hissettirdikleri. 1930'ların Türkçesiyle 2000'lerin insanlarını nasıl bu denli etkileyebildiğine hayret edilmeli. Geriye bir sürü güzel cümle kalmalı altı çizili:

"Benim hayalimdeki Avrupa'nın nasıl bir şey olduğunu ve şimdi içinde yaşadığım şehrin buna nazaran ne noksanları olduğunu kendim de bilmiyordum... Hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını henüz idrak etmemiştim."

"Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir."

"Demek beni beklemişti. Demek ben onun için ehemmiyeti olan bir insandım. Okşanmış bir küçük kedi gibi gözlerinin içine baktım: Teşekkür ederim!"

"Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hâlâ kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz."

"Onu çok seviyordum. İçimde bütün dünyayı sevecek kadar çok muhabbet bulunduğunu hissediyor ve bunu nihayet bir yere sarfedebildiğim için kendimi mesut sayıyordum."

"Hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi."

"Belki bu da kâfiydi. Bir insana bir insan herhalde yeterdi. Fakat o da olmayınca? Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tam bir vehim olduğu meydana çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmiştim."

20 Kasım 2010 Cumartesi

Zut

# Pöff. Tatil bitti. Zaten tatiller hemen bitiyor da, sevmediğin şeyler yapmak zorundaysan hiç geçmiyor zaman. Tatil zamanı İstanbul boşalınca neden dışarı çıkmamak gerektiğini dün tekrar anladım. The Big Bang Theory'den Raj'ın, ülkesi Hindistan için dediği gibi "There are people everywhere." Eminönü'nden geçmek talihsizliğini yaşadım dün. Zaten normalde de beni sıkan bir yer, tarihi kısımlarından bahsetmiyorum tabii, ama dün neydi öyle. Mahşeri prova ediyor gibiydi insanlar. Galata köprüsünde yürünemiyordu bile. Turistlere acıdım.

# Bir de böyle zamanlarda teyzeler daha çok toplu taşıma kullanıyorlar ya, götünü beş dakika bir yere atamayan iki teyze de yine "şimdiki gençler" diye başlayan bir konuşma yapıp konuyla ilgili tüm klişeleri sıraladılar ve sinirimi tepeme çıkardılar yer vermek için ayakta dikildiğim otobüste. Sorun şimdiki gençlerde değil, sorun her dönemki gençlikte. Sorun insanlığımızda. Tüm hayat sevincimizi, orijinal fikirlerimizi, enerjimizi sömürüp, özgürlüğümüzden uzaklaştıran toplumsal kurallarımızda:

İzle mesela şu videoyu. Türkçe altyazısı da var. J.J. Abrams. Dedesinden bahsediyor. Böyle dedelere sahip adamlar Lost gibi bir şey yaratabiliyorlar işte. Biz de hala Bez Bebek, Akasya Durağı izleyip gülelim. Hele Çocuklar Duymasın'dan medet uman bir yapım ekibi nasıl bir zihniyete sahip diyordum ki, baya baya gülen insanı gördüm yakın çevremde bunu izleyip. Adamlar bulmuş paranın yolunu diyip saygı duydum cidden. Ama painladder'ın entrysinde çok güzel ifade ettiği gibi, gençsen, az bişi okumuş yazmışsan ve bunu izliyorsan, bilmiyorum arkadaşım sana ne desem boş artık.

# İstanbul'un bunaltıcılığından nerelere geldim. Bayramlarda İstanbul'un varoş kesimi merkeze kayıyor bu çok açık. Elitist olduğumdan yazmıyorum böyle. İstiklal apaçi(apaçi ne aq ya) ve emo doluyor mesela. Tiksinç bir durum. Ama ben sanırım İstanbul'dan genel olarak yoruldum. Gitmem lazım. Ama nasıl? Bir postumda iş için girdiğim sınavdan bahsetmiştim umutsuzlukla ve o işe başlayalı 3 ay oldu. Buraya bu dileğimi de yazayım bakalım. Belki gerçek olur. (yazar karma yapması için özellikle jazz'a sesleniyor :))İstanbul'dan uzaklaşmak istiyorum dostlar.

# Akbilfobi diye bişi duymuş muydunuz? Bir tek benim kardeşimde bulunan bir rahatsızlık. Kendisi akbili olmasına rağme bir yere gidileceği vakit akbil basamamaktan muzdarip. Ciddi anlamda beni çıldırtıyor bu davranışıyla. Neden korkuyorsun yavrum, yoksa karizman çizilir diye mi basamıyorsun diye kaç kere sordum ama bir yanıt alamadım. Zamanla akbil basmaya teşebbüs edecekmiş belki. Zaten kendisini sinemaya da götürememiştim aylardır. Dün nasıl olduysa kabul etti. Serinin sadece ilk filmini lisedeyken izlediğim ve kitaplarını da okumadığım halde Harry Potter'a gittik. İlk kez sinemaya gidecek o yaşta birisi için uygun olur diye düşündüm. Zaten diğer alternatif de Issız Adam'dan sonra kredisini bir hayli düşüren Çağan Irmak'ın filmi Prenses'in Uykusu idi. Bakalım yorumlar çoğalsın, izlenebilir belki. jazz o kadar demişti Issız Adam'a gitmeyin diye ama koştur koştur gitmiştik clair ve betty ile. Furya işte. Eksik kalırmışsın gibi hissediyorsun. Hey gidi günler. Harry Potter da fazla uzun geldi bana. Ama çok güzel manzaralar vardı hakkını yemeyeyim. Bir de sona doğru animasyonla anlatılan bir hikaye kısmı var ki, tek kelimeyle muhteşem olmuş. Nete düşerse izlemek lazım tekrar.

# Atonement'ı izleyip Kürk Mantolu Madonna'yı tekrar okudum. Özellikle pms'e uygun şeyler bunlar. Kadınlara tavsiyemdir. Ağlamak isteyip de ağlayamıyorsan, ağlamak için sebep arıyorsan bunlar iş görür. İkisiyle ilgili ayrıca postlar hazırlayacağım. Şu önümüzdeki hafta bi geçsin.

# Beşiktaş napıyon sen ya? Basketbol maçını da izledim, son 50 sn'de 16 sayı farktan 3 sayı farklı yenilmeyi başardın.Trabzonspor şampiyon olsun zaten. Bu ne lan.

# İyi haftalar herkese şimdiden. Güzel geçsin noolur.

16 Kasım 2010 Salı

Everybody's changing

"Everybody's changing and i don't feel the same." diyor Keane güzel şarkısında. "Büyümek" şarkısı bu. Ne ara bayramlarda cebimize gizli gizli  para sıkıştıran dayımızın, çocuğuna harçlık verir olduk? Ben hala beynimde "Bugün bayram erken kalkın çocuklar." diyen Barış Manço sesiyle uyanıyorum her bayram sabahı. Hala nefret ediyorum bayramlardan, hala kimsenin elini öpmüyorum mecbur kalmadıkça. Ama elimi öpmeye çalışan çocuklar da neyin nesi? Niye değişiyor ki herkes, anlamıyorum. Varsın evlilik, çocuk hayallerini büyüyenler kursun. Ben hala bir sürü konsere gitmek, bir sürü oyun görmek, bir sürü kitap okumak, bir sürü şehir gezmek istiyorum. Ben ölmek için taa Atlantik'i aşıp gelen Anguslara üzülürken, büyümek istemeyen çocuklar için Keane söylesin.



Bir bayram ne kadar iyi olabilirse, o kadar iyi olsun.

11 Kasım 2010 Perşembe

Damar şarkılar



Sonsuza yakınsar uzunlukta gibi hissettiğim çileli servis yolculuklarımda sabah akşam dinlediğimiz Joy Türk'te keşfettiğim intiharlık Emre Aydın şarkısı. Henüz klibi yok. Issız Adam'ı sevmesem de diğer alternatif True Blood görüntülerinden yapılmış bir video olduğu için bunu embedledim. Şarkının müziği özellikle girişi itibariyle başka şarkılara benziyor, ama asıl dikkat çekilmesi gereken tarafı sözleri. Bir "İyiyim ben" deyiş var mesela, nah iyiyim diyor içinden, anlıyorsun.

Nasılsın nasıl gitti?
Alıştın mı sen de?
Rahat mısın artık İstanbul’da?
Evlenmişsin, nasıl oldu?
Bulabildin mi sonunda?
Hep anlattığın o meşhur huzuru.

İyiyim ben
Hep aynı şeyler işte
Uyku hapları
Yalan dolan gülümsemeler
İyiyim ben
Hem sen tanırsın beni
Ne yapsam ne söylesem
O geç kalmışlık hissi

Son defa görsem seni
Kaybolsam yüzünde
Son defa yenilsem sana
Hiç anlamasan da
Son defa benim olsan
Uyansam yanında.

İnan pek yeni bir şey yok.
Biraz yaşlandım tabi
Seyrekleşti biraz saçlarım
Bir bitmeyen gece bıraktın
Ve üç nokta düşürdün
Belli etmedim ben pek, tenhalaştım.

24 Ekim 2010 Pazar

Güzel laflar

"No matter how crazy we are, there are always people crazy like us somewhere, who will love us."
               Catalina Rivada Garcia, Rascafria-İspanya, 2006

17 Ekim 2010 Pazar

Yeşil yeşil ağlamak

Böyle başlıyordu Lost. Sonradan bazılarının kalbinde ayrı bir yer edinecek, bazılarının ise anlam veremediğim şekilde gerizekalı, salak, mal hatta bencil gibi türlü kötü sıfatla nefretini kusacağı bir adamın dehşet içinde büyüyüp küçülen sağ göz bebeğiyle. 

Lost bitti. Şartların müsade ettiği(yardımsever dostlardan gelen dvd stoğu) bir zaman zarfında benim için de sonunda bitti. Tabii ki benim serüvenim tüm teknik gecikmelere rağmen eş zamanlı izleyenlere göre çok daha kısa sürdü. Neden tamamen bitene kadar kendisiyle hiç ilgilenmediğimi ancak Everything happens for a reason diyerek açıklayabilirim. İzlemeye başladığımda Oceanic 815'in yolcuları gibi "kaybolmuşluğun" sınırlarını zorluyordum, bitirdiğimde ise bazı amaçlarım olduğunu hissetmeye başlamıştım hayatta.

Postun bundan sonrasının bir hayli spoiler içereceğini söylerek devam edeyim.

Dizide ilk gördüğümüz şey olan Jack Shephard, her ne kadar Lost baş rol kavramının pek de olmadığı bir dizi olsa da esas oğlanımızdı. Baştan sona kadar bizimleydi, sezonların ilk flashbackleri, hepimizi şoka sokan ilk flashforward ve ilk flash-sideways hep onunla ilgiliydi. Hatta final bölümünün hemen sonrasında Hawaii'den canlı yayın yapan Jimmy Kimmel'ın dediği gibi dizi boyunca Jack'in sınavını izledik belki de. Uçak kazası ve sonrasında yaşananlar Jack'in sınavının en zorlu kısımlarıydı ve oldukça katı bir Man of Science olan omurilik cerrahımız, dizi bittiğinde en baba Man of Faith olarak inanılmaz bir değişim göstermiş ve böylece sınavı geçmişti. Jack Shephard'ın gözlerinin açılmasıyla başlayan 6 yıllık Lost serüveni, onun gözlerinin kapanmasıyla bitti. Bu ikisi arasındaki zaman diliminde bolca yaşardı o gözler, beni de John Locke ile birlikte en fazla ağlatan şeyler olarak.

  "Only for five seconds. One, two, three, four, five."
İlk bölüm. Oldukça artistik bir tirad söz konusuydu bu sahnede. Jack'in anlattığı hikaye daha sonra 2 kez daha karşımıza çıkacaktı. Olayın Jack'in hayatındaki ehemmiyetinin yine babasıyla alakalı olduğunu öğrendik sonradan. Ancak Jack'in Sawyer ve Kate'i kurtarmak için Benjamin Linus liderliğindeki ilk The Others kabilesine teslim olduğu bölümlerde Kate'e bu hikayeyi tekrar anlattırdığı sahne de oldukça etkileyiciydi.


                                          "Bring your father home Jack."
White Rabbit isimli bölüm dizide sıkça anılan Alice Harikalar Diyarında kitabına bir atıftı. Live Together Die Alone sözünü ilk kez bu bölümün sonunda duymuşken, Jack'in hayatının çocukluktan itibaren babası tarafından nasıl berbat edildiğini öğrenmiştik. İronik olansa, bir yandan babasının karar almaya kalkışma, sen lider değilsin, sende gerekli nitelikler yok diyerek Jack'in öz güvenini aşağılara çektiği flashbackler izlerken, bir yandan adadaki ilk günden itibaren her karar için Jack'in gözünün içine bakan lostie'lerin ilk büyük krizde(su) Jack'e danışmalarını ve kendisinden bir karar beklediklerini görmemizdi.
Captureladığım resimde annesi Jack'ten babasını bulup getirmesini istiyordu suçlayıcı bir tavırla. Sonraki bölümlerde Jack'in doğruyu söylemek adına babasını ele vermek zorunda kaldığını ve bu sebeple babasının sonu Avustralya'da bitecek ve Jack'i Oceanic 815'e bindirecek olan bir bunalıma girip öldüğünü görüyorduk.

                                        "I didn't fix you. You fixed me."
Bir türlü evlilik yeminini yazamayan Jack, Sarah'ya sadece ne hissettiğini söyler lafı fazla dolaştırmadan. Şu adamı "You will always need something to fix" şeklinde gudik bir bahaneyle aldatıp terk eden kadına ise bişi diyemiyorum daha.

                                                "Small world, huh?"
Hayatları kaza öncesinde bir şekilde kesişen lostielerimizden Sawyer daha önce Jack'le ilgili olduğunu anladığı bu anıyı paylaşmak istemiş ama vazgeçmiştir. Ancak ikisi de ayrı yollara gitmeye hazırlanırken daha fazla dayanamamış ve Jack'e babası Christian'la arasında geçen diyaloğu aktarmıştır. Barda oğlundan bahseden adamın, oğlu da kendisi gibi doktor olan bir doktor olduğunu, adının Christian olduğunu, oğlunu çok sevdiğini ve kendisinden çok daha iyi bir doktor olduğu için onunla gurur duyduğunu anlatmıştır adam Sawyer'a. Ama cesareti olmadığından bunları oğlunu arayıp söylemeye fırsatı olmamıştır. Sawyer hikayesini anlatırken yavaş yavaş neden bahsedildiğini anlayan Jack'le birlikte biz de kafamızı çeviririz adeta, ağladığımız görülmesin diye.

                                             "I married her!"
Jack şaşkındır, kızgındır. John Locke'ın destiny dediği hatch'ten Desmond çıkmıştır. Jack'i dellendiren de zaten bu tesadüftür. Desmond'ı tanımıştır. Arkasından deli gibi koşup niye bir düğmeye böylesi inandığını sorgularken Desmond da onu hatırlar. Stadyumda tour de stade yaparken düşünüp durduğu hastasını sorar ısrarla. O hasta Jack'in mucizevi bir şekilde iyileştirdiği ve evlendiği Sarah'dır.

                                       "I'm sorry, i couldn't repair it."
Jack Sarah'yı iyileştiremediğini sanmaktadır. Oysa mucizelere inanmazken bir mucize gerçekleştirmiştir. Düğünde kullanacakları masa örtülerini seçmeye giderken kaza geçiren Sarah'nın nişanlısı bir daha sevişemeyecek miyiz gibi öküzce bir tavırla ortadan kaybolmuşken, düğününde dans edebilmesini sağlayacağına dair  söz veren Jack vicdan azabı içerisindedir. Neyse ki sahne sonunda beraberce sevinçten ağlayacaklardır. 

                                              "Is she, is she happy?"
İçimi en çok acıtan sahnelerden bir tanesi. Juliet kendisi ve yakın çevresiyle ilgili her şeyi bildiklerini söyleyip ne öğrenmek isterdin diye sorduğunda, sadece eski karısının mutlu olup olmadığını soran Jack, "Evet, o çok mutlu." şeklindeki cevabı alınca açlık ve susuzluktan perişan haline rağmen mutlu olur. Yenilgiyi kabul eder, inadından vazgeçip Juliet'in söylediklerini yapar. Yere otururkenki bitmişliği bizi de bitirir.

"Forgive me."
Adadan ayrılmayı başaran Jack'in hayatı alt üst olur. İntihar etmeye çalışır ama ölmeyi bile beceremez. 

"Maybe you could give me a lift home?"
Hayatını sonlandırmaya çalışırken kendisini yine hayat kurtarırken bulan Jack'in hali içler acısıdır sahiden. Eski karısı Sarah'yı son kez gördüğümüz bu sahnedeki küçük yardım isteğine karşılık alamadığı gibi, her şeyin sarhoşluğuna bağlandığı anlaşılamamanın üzüntüsünü de yaşamaktadır.

                                           "We have to go back Kate!"
Sanırım sürükleyici dizi işte ya şeklinde izlediğim Lost'un sonunda beni kendine bağladığı ve sonraki bölümlerini kayıtsız şartsız izlememi sağlayan sahnesi budur. "İşte Lost bu" dedirten bir sahne olmuştur Jack'in titreyen sesiyle haykırışı.


                                          "How did this happen?"
İşler tersine dönmeye başlıyor ve Jack uçağın enkazından kalanlara bakarak bu kez Charlie'nin acısına ağlamak için yağmura sığınıyor, kısa zamanda yaşadıkları onca şeyi düşünerek.

                                         "You are not even related to him!"
Ne olurdu adamın arkasından iş çevirmeseydin Kate? Ne olurdu zaten ölmüş babası ve Hurley tarafından zıplatılan sinirlerini iyice bozmasaydın. Dürüstçe anlatsaydın Sawyer'a verdiğin sözü. Aaron dayısından bir daha görüşmemek üzere ayrılmazdı belki.


                                     "We're all convinced sooner or later Jack."
Benjamin Linus'ın son manipülatif zamanları. Jack'i de John'ın ölümünden dolayı yaşadığı vicdan azabını kullanarak vuruyor. I wish you had believed me gerçekten de ölen bir insandan duyulabilecek en üzücü cümlelerden birisi olsa gerek. İnanmaya başlıyor Jack sonunda, ikna oluyor.


                                         "Enough of it was."
Her şeyi en başa döndürebileceğine inanmıştı Jack. Uçak hiç düşmeyecek, hiç tanışmamış olacaklardı birbirleriyle. Kate bunu istemiyordu. Bütün çektiğimiz acılar kaybolacak diyen Jack'e, yaşadıklarımızın hepsi acı değildi diye cevap vermişti. Ama Jack bu kısa cümleyle sanki yaşadıkları tüm üzüntüleri Kate'in yüzüne çarpmıştı.


 "I spent my whole life carrying that around with me. I never want you to feel that way."
Ne güzel bir baba olmuştun Jack. Ne güzel bir baba olabilirdin. Demek ki hayatta en çok istediğin şey buymuş. Babanın sana gösteremediği sevgiyi oğluna gösterebilmek, babanın sana veremediği güveni oğluna verebilmek, onun kararlarına saygı duymak, yeteneklerinin önünde durmamak, yaptıklarıyla gurur duymak. Olmadı işte. 

                         "What happened happened and you can let it go."
Jack-John diyalogları her zaman en keyif aldığım şeylerdendi Lost'la ilgili olarak. 6. sezonda rollerin tersine dönmesi bu diyalogların da duygu seviyesinin artmasına sebep olmuştu. LA X'teki havaalanı sahnesi bunun sinyalini vermişti zaten. 


Hurley kaybedilenler için hönküre hönküre ağlayıp(bizi de içlendirip) kendini koyvermişken, Jack onlardan uzaklaşma ihtiyacı hisseder. Okyanusa doğru yürür, gökyüzüne bakar ve göz yaşlarını serbest bırakır. 


"You don't have a son Jack."
Jack bir şeyler olduğunu hissediyor ama kabullenmek istemiyor. Gerçekte vücudunu uçurumdan yuvarladığı John'ın bacaklarını, ölümü kabullenmeden önceki son anlarında iyileştiriyor.


 "I love you."
Kate'den hiç hazzetmesem de sonunda seçimini yapmış olduğunu görmek iyi oldu. Acaba gerçekten "I missed you so much." diyecek kadar sevdi mi Jack'i onsuz zamanlarda da?


 "Hang on Jack!"
Hurley boşuna kurtarmaya çalışır Jack'i. Ölümü kabullenmiştir artık. Görevini başarmıştır. Huzurludur. "What about you?" diye soran Desmond'a "I'll see you in another life brother." diyerek karısı ve çocuğunun yanına gitmesini söyler. Efsane repliği son kez duyduğumuz bu sahne, cümlenin en anlamlı şekilde kullanıldığı sahnelerden birisi olur.


"I love you dad."
Bir şey diyemeyeceğim. Fena etti burası beni. Bazı şeyleri söyleyebilmeyi beklemek için hayatın ne kadar kısa olduğunu tekrar beynime vurdu.  


"He walks amongst us but he is not one of us."
Jack'in omzundaki dövmenin anlamı son sahneyle ortaya çıkmış oldu. Başladığı yerde, bambuların arasında, artık eskimiş olan beyaz tenis ayakkabısının yanından geçerek, yattığı yerden kurtardığı arkadaşlarını ve aşkını taşıyan uçağı görüp gülümseyerek, Vincent'ın kendisini yalnız bırakmadığını görerek gözlerini kapadı Jack Shephard.

İyi bir mesleği, parası, görüntüsü olmasına rağmen bir insanın iyi niyetli olmasının hayatta "winner" olmak için yeterli olmadığını gösteren bir karakter olarak hafızamızdaki diğer etkileyici karakterlerin yanında yerini aldı böylece. Sürekli başkaları için kendini parçalayıp yine de kimseye doğru dürüst yaranamamasıyla nasıl bir dünyada yaşadığımızı tekrar hatırlattı.

Kim bilir, belki de gerçekten, başka bir hayatta görüşürüz doc.

10 Ekim 2010 Pazar

İyiydik lan

Sakızım düştü
...Tam o sırada çocukluk arkadaşım, canyoldaşım, hemşerim, biricik dostum Namık'ı gördüm. Ben ağzım açık oturdugum yerden Namık'a bakarken top ayağımdan alındı ve yine golü yedik. Gol tanıdık, rezillik tanıdık ama Namık farklıydı. Adam çıkarıp hemen oyuna dahil olması ve takıma dahil olması ve takımı kurtarması gerekirdi normal şartlarda ama öyle yapmadı. Elleri cebinde öylece bizi büyük bi ciddiyetle izledi. Oyun en sonunda havaya dikilen degajla bitti, top bayıra gitti. Top sahibi bayıra ben Namık'ın yanına koştum. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Ne güzel kir pas içinde, itişe kakışa oynuyorduk, neydi bu temizlik, neydi bu mesafe tam anlayamamıştım. Garip bir şeyler oluyordu. Bana cebindeki kutudan bi sakız verdi. Karşılıklı konuşmadan çiğnedik bi müddet. ''Biz bugün köye gidiyoruz. Üç ay yokuz'' dedi. Sevgili dostlarım şimdi tam anlatabilir miyim bilmiyorum ama o gün ilk defa bişeylerin değişmesinin beni ne kadar korkuttugunu anladım. Sanki hep öyle devam edecek sanarken, insanların bir takım kararlar alması, birden ciddi bir mesafe takınması çok koydu bana. En yakın arkadaşım çok yabancı geliyordu lan! İyiydik lan. Nereden çıktı bu köy demek istedim. Sonra anne baba ve kardeşi geldi. Bavulun bir ucundan tutup bayırdan aşşagıya doğru yürüdü gitti tertemiz yeni yıkanmış Namık. Arkasından bakakaldım. Boğazıma bir şeyler düğümlendi. Ağzımdaki sakızı biraz önüme tükürüp sakıza bir şut çektim sonra geriye doğru koşarak top sahibinin elindeki topa vurup düşürüp elime aldım, uzayladım. Top bayıra doğru gitsin istedim ama Namıkların terk edilmiş balkonuna düştü. Bayıra son bi kez baktım, arkasına bakmadan gidiyordu. S.keyim böyle hayatı dedim.

Çok sonraları, dört yıl önce, yine böyle bi yaz, mühendisliği anlamsız bir şekilde, ortada hiçbir neden yokken bırakıp zağar gibi sokaklarda gezdiğim sıralarda aynı duyguyu yeniden hissettim. Kız arkadaşımla Beşiktaş'taki çay bahçesinde oturuyorduk. Namık ciddiyeti vardı suratında. Ben '' bi çay daha içer misin'' diyecekken söze girdi ve ''ben geleceğimi düşünmek zorundayım Umut. kusura bakma'' dedi. İyiydik lan demek istedim diyemedim. Gidişini izledim. ''Artık kaşar oldum, bi daha hissetmem'' derken bu sefer asker ocağında sigarayı bırakmaya çalıştıgım sıralarda yakaladı beni duygu. Telefondaki ses çok ciddiydi bu sefer. İyiydik lan diyebildim bu sefer. Telefonu kapattım. Ağladım, çok ağladım. Ağlarken sakızım ağzımdan düştü. Ben hiç çok ciddi kararlar alamadım, karar alanlara arkadan baktım.

Umut Sarıkaya - Benim De Söyleyeceklerim Var

8 Ekim 2010 Cuma

Fix You



Aslında başka bir post vardı kafamda ama bu şarkıyı dinledikten sonra kendimi yazarken buldum, bu kafamın çatlamak üzere olduğu ve an itibariyle mutsuz hissettiğim aşırı yağmurlu günün sonunda. İstanbul sen ne biçim bişi oldun ya? Bu nasıl bir çılgınlıktır. Bugünlerde nefret ediyorum senden sanırım. Aslında senden değil seni bu hale getirenlerden nefret ediyorum. Hala daha içine nasıl sıçılabilir diye planlar, çılgın mı çılgın projeler yapılıyor, sırf birileri paralarına para katsın, rant ihtimaliyle iştahları kabaranlar ceplerini daha iyi doldursunlar diye. Beşiktaş'ı Taksim'i ada yapacağına en azından tramvayı Beşiktaş'a uzat lan. En basiti. Yeşil sermayemizin Manhattan'ı eksik kalmış. Sanırsam tek eksiğimiz ikinci boğazdı. Allah topunuzun belasını versin diyecem de, vermiyor. Olan metrobüste oksijensiz solunum yapmaya çalışan ya da arkadaşı Bolu'ya varırken köprüyü geçemeyen vatandaşa oluyor yine. Ama ona da müstehak aslında. Adam göz göre ebenizi sikecem diyor, taşak geçiyor sırıta sırıta, yine de ee napalım adam mı var diye ampule oy basıyorsun. Ampul de götüne girsin, girmiş zaten. Haa ne diyordum, İstanbul. Bi de beklenen deprem var. Geçenlerde hatırlatmış kendisini de ben Lost'ta lost olmuştum hiç bişi hissetmedim. Yalnız bu deprem öyle bekleniyor ki sanki paralel evrende gerçekleşecek. O kadar sallamıyoruz kendisini. Sonunda o bizi iyi sallamasa bari. Sonumuz hiç hayırlı değil.

Evet sinirimi biraz yazıya döktükten sonra yine Can Dündar üslubuma döneyim. Başlık manasını bulsun.

Yeni Türkü'nün Başka Türlü Bir Şey'i ile Coldplay'in Fix You'su birbiriyle yakın ilişkide beyin kıvrımlarım arasında. Ne diyor Chris Martin:
 "When you try your best but you don't succeed
When you get what you want but not what you need
When you feel so tired but you can't sleep 
Stuck in reverse."

Çoğu zaman istediğin şey aslında ihtiyacın olan şey olmuyor hayatta. "Başka türlü bir şey" olduğunu biliyorsun ama ulaşamıyorsun. Ben de haftasonu hiç uyanmamak istiyorum mesela ama mümkün değil. Yarın 8'de uyanacam yine. Muhtemelen yine beyhude bir çaba için. Chris kızı Apple'a ninni gibi Fix You'yu söylerken ben üzerime alınayım bari napayım. Siz de klibi izleyin izlemediyseniz. Coldplay'i keşfettiğim şarkı ve kliptir bu. Çok güzeldir. Run Chris run!

27 Eylül 2010 Pazartesi

Ne me quitte pas



Sözlerini anlamasaydım da anlardım bunu seyrettikten sonra. Müziği yaşamayı sevdiğim için, Stéphane'ın müziği yaşayıp yaşattığı danslarını seyretmeyi çok seviyorum. Hayatta en az bir şeyi tutkuyla sevmeli insan.

Güzel laflar

"Maybe in the end, all you can really hope for, is that your last thought is a nice one. Even if it's just about the taste of a nice, cold beer."
                                                                     J.D, My Last Words
Tabii şu da etkili.

26 Eylül 2010 Pazar

Mesâiler Kabilesi

a'nın üzerinde şapka var ki uzun okunsun. Biliyorsunuz Cem Yılmaz tabiri bu. İlkel yaşama isteğinden dem vururken, mesai denen kavramı icat eden acınası insan ve onun bugünkü cemaati için sarfedilmiş bir sözcük öbeği.(Bundan sonrasında şapka olmayacak, uğraştırıyor shift filan, Fransızca yazılan ödevleri hatırlıyorum ve geriliyorum ayrıca.)
Mesailer temel olarak ikiye ayrılabilir. Kamu denilen devlete hizmet eden yığınlar ve özel sektör denilen, sırf kapitali olup biraz da şansı olduğu için bir sürü insanı parasına para katmak için çalıştıran patronlara hizmet eden yığınlar.
Ben geçmişteki kısa staj tecrübelerimde ve yeni başladığım tecrübemde ikinci gruba dahil olduğum için onlardan bahsedeceğim bir nebze.

İlk izlenimler

Mesai kabilesi insancıkları işlerine ulaşmak için sabah erken saatlerde kalkarlar. O sıkıcı ortam için sıcak yataktan kalkabilmek bile büyük bir teşekkürü hak etmektedir. Grilik burada başlar zaten. Uyanılan sabah ne kadar güneşli olursa olsun. Kabile mensuplarının bir kısmı toplu taşımada koşuştururken bir kısmı patronların tahsis ettiği servisleri kullanırlar. Adlarını bilmedikleri tanışlar edinirler işe ulaşma yolunda. Her sabah karşı kaldırımda bekleyen uzun saçlı satış elemanı tipli çocuk yahut kırmızı servise binen kız gibi selamsız tanıdıklar. İstanbul'da yaşayanları trafikle de mücadele etmek zorundadırlar. Hele bir de kıta değiştiriliyorsa, her an her şey olabilir. İşe 10 dk. erken de 45 dk. geç de varabilirler. Yarım kalan uykuyu serviste tamamlamaya çalışan gözleri kapalı ve gövdesi aracın hareketleriyle sallanan mesai mensupları post-apokaliptik filmlerdeki sahnelere benzer korkunç görüntüler ortaya koyarlar bu halleriyle.

Kabile insanları işe gelir gelmez bilgisayarlarını açar, çaylarını ve poğaça/sandviçlerini alırlar. Büyük bir görev bilinciyle internetten gazeteleri okurlar. Sonra mail kutularını açıp işe koyulurlar.

Samimiyetsizlik diz boyudur. Sürekli yapmacık bir gülümsemeyle selamlarlar birbirlerini. "Bey"ler, "Hanım"lar havada uçuşur. 20 sn önce şakalaşılan insan odadan ayrılınca küfürlerle anılır. Telefonda hanımefendi/beyefendi olan insan ahizeyi yerine koyar koymaz gerizekalı olur şerefsiz olur. Hiçbir şekilde tahammül edemedikleri insanlarla hayatlarındaki herkesten daha çok zaman geçirmek mecburiyetindedirler. Berbat esprilere gülüyormuş gibi yapmak mecburiyetindedirler. Yalan bir hayat yaşamak mecburiyetindedirler. Mecburen, mecburen mecburiyettendir biteviye.

Özgürlükleri windows media playerın çaldığı şarkılar ve free friday gibi kurumsal zamazingolarla sınırlıdır. Faks, telefon, yazıcı, tarayıcı en iyi dostları olur. Cuma akşama doğru otomatik neşe gelir bunlara. Ama hiçbirisi çaycı Mustafa abi kadar mutlu ve güler yüzlü değildir. Panikten stresten yemek yiyemezler. Çay üstüne çay içerler. Sağlıksız sağlıksız dolanırlar etrafta. İşler yetişmeyince fazla mesai denen şeye kalırlar. Kendi hayatlarına ayırdıkları süre iyice kısalır, kuşa döner.

Ütü hayatlarının önemli bir parçasıdır. Pazar akşamları bir öküz oturur böğürlerine. Pazartesi sabahları uyanmak daha bir zordur.

P.S: Postun yazımı sırasında Tori Amos - I don't like Mondays deyip duruyordu loopda.

16 Eylül 2010 Perşembe

Güzel laflar

                                    "You know, memories, they're all i've got."
                                                                  Charlie Pace, The Greatest Hits

15 Eylül 2010 Çarşamba

Pachelbel's Cannon in D Major

  Download this mp3 from Beemp3.com

Ne istiyorum biliyor musun? Mevsimlerden sonbahar olsun. Bir abim olsun sevdiğim, beni seven, kollayan. Henüz 15 yaşında olayım. Bi haltlar yemiş olayım o yaşın aptallığından. Büyük olmayayım yani hep olduğum gibi. Büyüklük de bende kalmasın. Saçmalayayım istediğim gibi. Neyse işte. Yağmur yağıyor olsun. Böyle gök gürültülü filan. Uyumaya çalışayım o gece. Daha doğrusu uyuyacağım diye kandırayım kendimi. Düşünüp kendimi suçlarken ağabeycim girsin odama. Desin ki boş ver. Rahatlatsın böyle. Gözlerim dolsun. Sonra yanıma otursun. Uykum yok desin. Sabaha kadar konuşalım öyle. Ertesi güne aldırmayalım.

Johann Pachelbel’in Cannon in D Major isimli eseri, klasik müziği gıy gıy olarak tarif edenlerin bile içini ısıtacak cinsten bence. Bana da bu mor satırları hissettirdi dinlerken. Ama çok neşelendirebilir de. Hayatın fon müziği gibi bişi. Zaten birçok farklı enstrümanla icra edilmiş birçok farklı versiyonu bulunuyor. Hepsinde de ayrı bir duygu veriyor. Nasıl bestelemişse adam. Müzik işte. Söze gerek kalmadan bir şeyler anlatabilmek. Sadece notalarla.17. yüzyılda Almanya'da yarat, Seymen Ağa'nın cep telefonu melodisi olarak duyalım Asmalı Konak diye bir dizide, 20. yy Türkiyesi'nde.

9 Eylül 2010 Perşembe

Blok geldi faul dedi!

Tanjeviç'in özellikle takım savunma yaparken kendi oynuyormuş gibi kenarda kendini parçalaması ile gecenin en sempatik karelerinden birisini oluşturan Ömer-Kerem-Hidayet üçlüsünün farklı bir açıdan göründüğü bir fotoğraf olmuş bu. Ne muhteşem bir maç oldu değil mi sevgili basketbol severler? O salonda olmayı isterdim. Leblebi gibi üçlük attığımız, basketbolun tüm güzelliklerini gösterdiğimiz, oyuna giren her oyuncunun istisnasız katkı sağladığı, neredeyse mükemmel oynadığımız bir maçtı. Slovenya'yla oynayıp da fark 20 sayının altına düşünce canımızın hafiften sıkıldığı bir oyundan bahsediyoruz. Oysa maçtan önce bu kadar rahat kazanacağımızı kimse düşünmemişti. "Türkler uçuyor"du sahiden dün gece.
Basketbol milli takımı her daim yetenekli oyunculara sahipti. Ama takım ruhunu bu kadar somut hissettiğimiz bir turnuva olmamıştı. Hatta büyük yıldızların ego savaşları yüzünden ciddi tartışmalar bile yaşanmıştı. Bu turnuvada ise sporcuların ne kadar iyi bir sinerjiye sahip oldukları maç sonu sevinçlerinden bile anlaşılabiliyor. Beni en çok mutlu eden de bu.
NBA'de oynayıp da sevincinden zıp zıp zıplayan bir Hidayet gördü bu gözler. Daha ne olsun. Hatta, ne sakin olcam ya manyak mısın?:) Milli duygular apayrı bir gaza getiriyor insanı demek ki.
12 Dev Adam ilk 4'ü garantiledi. Böyle oynamaya devam ederlerse şampiyon olmaları sürpriz olmaz. Ama madalya bile alamasalar sorun değil. Bu kadar çılgınca güzel maçlar izlettirdikleri için teşekkürler hepsine.

Age of Innocence



E.R, ilk kadronun henüz dağılmadığı sezonlarını her hafta, hafta sonundaki tekrarıyla birlikte çılgınca seyrettiğim, sonradan nedense eskisi gibi takip edemediğim bir tv efsanesi. 15. ve son sezonunun tekrarlarını hafta içi her gün e2'de iftar sonrası izledim ve çok başarılı bir oyuncu keşfettim. Yukarıdaki sahneyi ohaa nidalarıyla izlediğim ve çok etkilendiğim için paylaşmak istedim. Bu sahnede acil serviste yaşanan benzer bir vakada kendini bularak, beklenmedik bir anda(aynı zamanda kendini herkese çok açmamasıyla tanıdığımız karakterden beklenmeyecek bir şekilde) çocukken uğradığı cinsel tacizi anlatmaya başlayan Dr. Simon Brenner, aslında diziye bir önceki sezon girdiğinde Barney Stinson benzeri womanizer bir karakter sergiliyormuş. Arada izlediğim birkaç bölümde stajyerlerle yatıp göt gibi ortada bıraktığını filan hatırlıyorum. Sonra bu sezonu izledim ki, adamın çocukluğundaki travma öyle böyle değilmiş. Dahası bildiğin aşık olup süper romantik jestler yapan bir herife dönüşmüş, hatta Hint güzeli cerrah kızımız marifetiyle kıçına tekmeyi bile yemiş.
İzleyebildiğim kadarıyla karakterdeki değişimleri çok güzel yansıtıp, hep öne çıkan bir performans sergileyen aktörün adı David Lyons imiş. Kendisi The Mentalist'in Patrick Jane'i Simon Baker gibi bir Avustralyalı ve "a"ların yazıldığı gibi okunduğu Aussie aksanını sevdirenlerden. Bu gibi underrated performanslar izleyince Emmy, Golden Globe gibi organizasyonların ne derece isabetli seçimler yapabildiklerini sorgulamadan edemiyor insan. Belki kıyıda köşede kalmış müthiş yetenekler var ama yeterince popüler olmadıklarından haberdar değiliz. Di mi Güntekin?

3 Eylül 2010 Cuma

Nostaljim geldi



Gitmeyen trafikte 2 saat serviste bunalan beyaz yakalılar güruhunun içindeki ilk Cuma günü. Milyonlarca insan ömürlerinin en güzel zamanlarını birtakım patronlar daha zengin olsunlar diye harcamak için can havliyle klimalı ofislere gidiyorlar sabahları. Akşamları da insani ihtiyaçları için gerekli zamanı çıkarırsak birkaç saat yaşamak için evlerine dönüyorlar. Modern kapitalist düzen fazla seçenek bırakmamış insana. Seçtiğini zannediyorsun ama seçemiyorsun aslında.
Bunların Kenan Doğulu'yla bi alakası yok tabii. Eski saf zamanları hatırlatıp hüzünlendirmesi dışında. Yazmışsa bozmak olmaz di mi Kenan?

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Güzel laflar

"Being alone is the prison, just thinking about yourself, just being trapped in this vortex of always watching yourself. Which, i suppose, is ok if you're interesting. Truth is, nobody's that interesting."

Brenda Chenowith - The Trap

Oh Yes!

62. Emmy Ödülleri'nin Creative Arts kısmıyla alakalı ödüllerin kazananları açıklanmış. Adeta bir amerigalı gibi oh yes dememe sebep olan da pek sevgili NPH'in sonunda Emmy kaderini yenip 2 ödüle birden kavuşması oldu. Birisi Glee'deki misafir oyunculuğu, bir diğeri de 63. Tony Ödülleri'ndeki performansı sebebiyle. Kudos diyoruz buradan kendisine.

Söz konusu bölümdeki tüm kazananların listesi için: Tıkla!

O zaman beni de Glee izlemeye sevk eden Dream On sahnesini buraya not düşelim bence:

26 Ağustos 2010 Perşembe

Alone



Off, çok 80'ler. Durup dururken yapayalnız hissetmek. Ölene kadar böyle olmasından korkmak. Gerçekten saatin tiktaklarını dinleyerek ve duvarlara bakıp düşünerek geçen zamanları hatırlamak. Zamanın hiç geçmemesinden sıkılmak ama geçmesinin de içe korku düşürmesi. Neyse işte, ben anlatamıyorum. Heart anlatmış. Efkarlandım akşam akşam.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Inception

# Haftaya bugün yeni bir başlangıcım olacak. Güzel bir insanın bir cep telefonu mesajına sığdırabildiği gibi, hayatın bir anda değişebilmesi çok ilginç. Bir an hüzünden ölüyorken bir an sonra içi içine sığmamak nasıl bir şey ki? Scrubs'ın bir bölümünde ölmek üzere olan amcanın ölümü kabullenemezken söylediği cümledeki gibi: Bir an buradayken bir an sonrası olmama düşüncesini anlayamıyorum. Hayat anlardan ibaret galiba sahiden.
Homer Simpson Inception'ı böyle algılamış. Herkesin kafa bi dünya olmuştur zaten. Suç Homer'da değil, düz insan, net. Neyse, iyiydi hoştu. Ama beklentimi çok yükseltmişim sanırım. Daha ağzımı açık bırakacak bir şey bekliyordum. Film süresince aklıma Puslu Kıtalar Atlası ve Descartes'ın çinili soba deneyleri geldi. 4. boyutun keşfinden sonra gerçeklik bildiğimiz gerçeklik değil zaten artık. Paralel evrenlere çok alıştık filmlerde dizilerde. Rüya denen şey de hep düşündürmüştür beni. İslami bir boyutu da var mesela oldukça metafizik. Hatta rüya tabirleri var. Bu rüya tabirlerinde de hep erkeklere seslenilir zaten uyuz olurum. Ama rüyaların bilimsel açıklamaları da var. Hatta La Science des Rêves diye çok sevdiğim bir film var serbest çağrışmak gerekirse. Inception'a dönecek olursam bir nebze daha, neden Leonardo DiCaprio'dan başka birisi hiç düşünülmemiş anlam veremedim. Joseph Gordon-Levitt çok iyi olmuştu yalnız. Kızı öptü ya rüyadayız ayağına çakal, daha bi sevdirdi kendini. Daha da yorum yapılacak bişi yok. İzlenesi.

# Bu Homer'da da bir Türk dayısı tipi yok mu allasen? Ayrıca ecnebilere üzülüyorum. Dayı ile amcayı ayıracak kelimeleri yok. Bilmiyorum belki başka dillerde vardır ama Avrupa dillerinde yok mesela böyle bir ayrım. Hiç dayı ile amca bir olur mu? Dayı daha bize yakındır, daha candır, amca gibi mesafeli değildir. Şöyle bir insandır dayı:

# Tuzla'ya gitmek için efsane otobüs 500T'ye bindim bugün. Tuzla da İstanbul lan. Vay anasını. Git git bitmiyor şehir. Asker ziyaretini de tecrübe ettim. İnsanın kardeşini iğrenç kamuflaj kıyafetleri içinde görmesi de bir tuhaf hissettiriyor. Annem elleriyle yaprak toplayan askerlere bakıp "tırmıkla daha kolay hallediverseler ya" dedi. "E o zaman mantıklı bir şey yapmış olurlar anne." dedim. Çok mantıksız işler bu işler sahiden.

# Annemin İETT'ye yabancılığı beni çok eğlendiriyor. Dengeyi sağlamakta çok zorlanıyor mesela otobüs hareket ettikten sonra. Her otobüste oturulabileceğini zannediyor. Geçen bir otobüste bir hayli ayakta yolcu vardı ama balık istifi değil, bana gayet makul görünüyordu. Ben ilerleyebildiğim kadar ilerledim, arkamı döndüm baktım benimkisi biletçi adama kızıyor ne bu insanlara eziyet ediyorsunuz diye. Düşündüm aslında haklı kadın. Ama rezilliği o kadar kanıksamışız ki. Nefes alacak delik kalmayana kadar üst üste bindirilmedikçe kimse sorgulamıyor çok dolu otobüsleri. Bir de iettyi dolmuş gibi kullanmaya çalışıyor annem. İnecez burda gel düğmeye basalım diyorum. Burada durmasın biraz daha ileri gitsin diyor. Eldürür insanı bu annem.

# Rumca-Lazca kelime dağarcığıma bir kelime daha kattım geçenlerde. Çosa. Sahil demekmiş. Ama o "ç" çok zor çıkar benden. Ehlinden duymak lazım. Bildiğimiz ç gibi değil. Çok acayip gırtlaktan gelen "h"ler vardır bir de. Halhaliga kelimesini hatırlattı geçen akşam soulfrog. Bizimkiler öyle lüzumsuz kelimeleri biliyorlar ki aklım şaşıyor. Ne demekti kız bak yine unuttum. Çok lüzumsuz bişiydi ama.

# 2 gündür loop vaziyetinde Locke'd Out Again dinliyorum nedendir bilinmez. Allah beni nasıl biliyorsa öyle yapsın. İnsanın içini karartıyor bu eserinde Michael Giacchino.

# Bir de dün uyumadan 3-4 kez bunu izledim. Bugün şarkı çınlayıp durdu beynimde. Neyse ki çok optimistik:


# Geçenlerde E.R.'ın finalinden önce hazırladıkları özel bölümü izledim. Zamanında böğrüme öküz oturtan anları hatırladım. Taa ortaokulda TGRT'de Türkçe dublajlı seyrediyordum ben bu diziyi gecenin bir yarısı tek başıma. Doktor olmak istememe neden olacak kadar etkilemişti beni.  Dizi yaşananlar ve karakterler açısından oldukça realistik olsa da söz konusu doktorların idealistliği bir hayli ütopikti aslında. Neyse Somewhere Over The Rainbow'un ağlatabildiğini de görmüştük Mark Greene sayesinde. Son bölümde kendisinin çok güzel bir şekilde yer bulması çok duygusal olmuş diğer bütün bitiş öyküleri gibi. E.R.'ı seviyorum.


#  Yine hüzünlendim bak. Neyse ki Umut Sarıkaya var:
Yatalım uyuyalım ya. 2012'ye ne kaldı şunun şurasında?

24 Ağustos 2010 Salı

Kime gönderilen: Mahalle muhtarlığı

Böylesi şeker ve naif bir şeyi en son üniversitedeki ikinci yılımda memleketten bana kart gönderen küçük kardeşim sayesinde görmüştüm. Mektup zarfının eskiden(hâlâ da olabilir ama ben yazmıyorum) "Sayın" yahut kısaca "Sn." yazdığımız kısmına "Bayan" yazarak daha zarfı açmadan beni kopartmıştı kendisi. Ama bir yandan da gözleri nemlendirmişti. Çocuksu saflık hep etkilemez mi bizi?

Neyse işte, bu başlığı da yaklaşık 2 ay önce taşındığımız mahallenin çocukları atmış aslında. Bugün ikamet işleri için muhtara gittiğimizde 2 tane kavruk oğlan gelip muhtara soran gözlerle bakmaya başladılar. Ne ayak anlamaya çalışırken muhtar hanım bir mektup gösterdi. Zarftaki gönderilen kısmına "kime gönderilen: mahalle muhtarlığı" yazmış bu zıpırlar ve arkadaşları. Muhtardan top sahası istemişler söz konusu mektupla.

Yani her tarafı güzel bir vaziyet. O yaşta bilinçli vatandaş olup haklarını savunmaları da, ufak bir hatayla da olsa bunu usulüyle yazıya dökerek dile götürmeleri de çok güzel. Her iki lafından biri "evet" haline gelen, üslubu boy tartışmalarına, kafatası ölçümlerine kadar indiren koca koca siyasetçiler de bu kadar geniş gönüllü olabilseler keşke.

13 Ağustos 2010 Cuma

Tutunamayan şarkılar

Glee'den bahsetmeyeceğim. Ama loser kelimesinin bir el hareketi marifetiyle bu şekilde ifade edildiğini daha çok yeni öğrenmiş bulunmaktayım. Kafanın üzerinde "L" yapan iki parmak loserlık emaresiymiş meğer(thanx to jazz). İçinde loser geçen birtakım güzel şarkıları paylaşmak istedim esasen:

#En birinci olarak : The Beatles - I'm a loser
"I'm a loser and i'm not what i appear to be" derken dıştan winner gibi görünüp de içten "What have i done to deserve such a fate?" diye soranların sesi olmuş John Lennon 1964 tarihli Beatles For Sale albümünde. 40 seneyi aşmış ama hala kendimizi bulabiliyoruz eserde.

#Sonracıma : Beck - Loser
Kaç yıllık şarkıymış meğer ama Glee sayesinde öğrendim. Linke de Glee coverını koydum zaten. Bu şarkıyı daha çok sevmemin bir nedeni ise nakaratında İspanyolca "Soy un perdedor" demesidir.

#Ayrıca: 3 Doors Down - Loser
Damar playlistlerde "Here Without You" ile her daim yer edinmiş olan Amerikalı grup 3 Doors Down şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu şarkıya da imza atmış. 2:30'dan sonra şarkı başka bir boyut kazanıyor yalnız.

#Bir de: Maybe This Time
Bu şarkı Cabaret adlı müzikalden orjinalinde. Ama Glee'deki Kristen Chenoweth yorumu son derece leziz olmuştur. Şarkıda loser geçmiyor ancak "Everybody loves a winner, so nobody loved me." deyip gereksiz umutlar taşıyan "belki bu sefer"lerden geçilmediği için görevini fazlasıyla yerine getiriyor.

# Unutmadan: Coldplay - Lost!
Sonundaki ünlem işaretine kurban olduğum bu nadide eser "Just because i'm losing doesn't mean i'm lost." şeklinde başlayarak en sevdiğim Coldplay şarkılarından birisi olmuştur.

#Son olarak: Dolores O'Riordan - Loser
Dünyadaki en özel seslerden birine sahip olduğunu düşündüğüm Dolores ablamız bu şarkıda loserım diyeni ıslak meşe odunuyla kovalamak lazım gibi bir ana fikir ortaya koymuş olsa da, loser bünyeler zaten kendileri de aynı şeyi zaman zaman hissedip kısır döngülerde çılgın attıkları için bu şarkıyı bağıra çağıra eşlik ederek dinlemekte bi beis görmezler.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Why?

"Sana istediğin her şeyi verdim. Neden bana hâlâ bunu yapıyorsun? Ne istiyorsun benden?"

Neden dünya bu kadar adaletsiz? Neden hayattan ölesiye nefret ettiğim günlerde kendimi delice yok etmek isteyip de yapamıyorum? Neden hep bir yerlerde küçücük bir umut kırıntısı kalıyor geleceğe dair? Neden yenilip yenilip tekrar başlamaya çalışıyorum? Neden her şey çok güzel olacak laflarına inanmaya zorluyorum kendimi? Neden sürekli bir işaret bekliyorum? Neden mucizelerin varlığına inanmak istiyorum? Neden herkesi kendim gibi zannediyorum? Neden her seferinde kandırılıyorum? Neden yalan söylemeyi beceremezken kendimi yalan söyler vaziyette buluyorum? Neden hiçbir küçük düşürücü anı hafızamdan silemiyorum? Neden en küçük tökezlemede hepsi birleşip karşıma çıkıyorlar? Neden mutluluk bu kadar kısa sürerken acılar katlanarak büyüyor? Neden ayrılıklar hep hüzünlü? Neden bütün şehirlerarası otogarlar birbirine benziyor? Neden insanlar hayatı karmaşıklaştırıyorlar? Neden birbirlerini vurmayı öğretmek için birinin sevgilisi, birinin oğlu, birinin kardeşi uzaklaştırılıyor onlardan? Neden dostça yaşayamıyoruz? Neden zorlaştırıyoruz her şeyi? Neden özgür olamıyor hiç kimse? Neden postmodernleştikçe ilkelleşiyor insanlar? Neden insanlıklarını unutuyorlar? Neden milyonlarca sperm arasında birinci gelerek bizi meydana getiren spermi bile seçemiyoruz? Niye birimiz California'da doğarken birimiz Bağdat'ta doğuyor? Neden birileri hayata hep 1-0 önde başlıyor ve farkı sürekli açıyor? Neden yoruyor bu hayat bizi?

"Neden hep benim üzerime yağıyor yağmur?"



 

6 Ağustos 2010 Cuma

Yanıyorum, yanıyor musun?

Arkadaş bu ne yav? 7 senedir İstanbul'da yaşıyorum hiç bu günkü kadar bunalmamıştım sıcaktan. Bilmem kaç fahrenheit hissetmişiz bugün. Ah o nem yok mu? Bizim bozkırda gündüz sıcak olur, öğle vakti sokağa çıkarsan tepen delinir ama gece rahat uyursun. Böyük şeher hiç öyle değil. Uyutmuyor insanı yapış yapış. Üstüne üstüne geliyor nem.
Sıcak sarhoşluğu gibi bir şey olduğunu fark ettim. Sarhoş olmaya başlarken yanlış söylediğinin farkında olmana rağmen bazı kelimeleri düzgün söyleyemezsin ya, bugün saçma sapan cümleler kurdum, kelimeleri hatırlayamadım, derdimi anlatamadım, anlatmaya üşendim filan.
Sadece cacık ve buzlu çay ile beslensem bir sakıncası var mı diye düşünmüyor değilim. Onlardan başkasını çok çekemiyorum.
Şükür şu an bulunduğum koordinatlarda rüzgar kendisini göstermekte.
Cacıktan başka iç ferahlatmak için bir de şunu izliyorum. Dansçılarımız zaten süper de, bölümün yönetmeni Joss Whedon da yine gösteriyor bence farkını:

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Ağustos da gelmiş

# Araya bir sürü zaman, insan, mesafe girmesine rağmen sanki hiç ayrılmamış gibi buluşulan arkadaş ne güzel arkadaştır. Sanırım gerçek arkadaşlık böyle oluyor. 7 ay, binlerce kilometre ve bir sürü Fransızdan sonra bir banka sırasında 1 saat bekleyip, beklemekten sıkılıp işlemi yarıda bırakıp gitme salaklığını yaptık bugün B. ile. Ama daha az evvel ayrılmışız, yarın birlikte derse girecekmişiz gibi güldük. Yanında çekinmeden saçmalayabildiğin insan değil midir zaten arkadaş? I love you Betty :)
# Bu da sana bahsettiğim sözlükte görüp de aşık olduğum ayakkabı. Harbiden bunu giyemem lan ben. Kıyamam yani giymeye. Sanat eseri gibi. Köşede dursun, bakarım öyle.
# Ahaha, sadece köşede dursa izlenecek bir insan da bu Matthew Fox bence. Çıkartamayanlar için eski hobitlerden Dominic'e öpücük konduran abimiz diyeyim :) Orda Josh var asıl dersen senin bileceğin iş. Ben kendisine olan histerik ilgiyi anlayamayanlardanım. Asıl değinmek istediğim konu, Matthew abimizin yaşlandıkça daha da karizmatikleşmesiydi. Tnt'de kendisinin 20'li yaşlarına, 90'lar kıyafetlerine ve en önemlisi uzun saçlarına tanıklık ettiğimiz Aile Bağları(Party Of Five) dizisi gösteriliyor hafta içi her gün. Tatlı bir dizi aslında. Lost'a başlamadan, dolayısıyla Jack Shepard'dan habersizken izliyordum ara ara. Bu rolde de Jack Shepard triplerine rastlasak da, asıl önemli tespit Metyü'nün kısa saçı keşfetmesinin çok yerinde bir karar olduğudur.
# cnbc-e Spartacus Blood and Sand dizisini gösterecekmiş. E höh gerçekten. Sigara içiliyor diye koskoca bir HIMYM bölümünü atladılar bu sezon, oldukça pornografik bu diziyi nasıl gösterecekler merak ediyorum. Kesip yapıştırıp reklam kuşaklarına filan sığdırabilirler bence.
# Taksim-Levent metro trenleri yenilenmiş. Daha da ferah olmuş ortam. Bir de klimaları açıyorlar buz gibi. Bu sıcakta en tercih edilesi toplu taşıma aracı. Her yere gidebilse keşke.
# 2 gündür nasıl bir sıcaktır arkadaşım. Dün gözümün içinin bile yandığını hissediyordum. Bu sabah havayı bulutlu görünce sevinmiştim yağmur yağacak diye, öğleden sonra yaptı yine yapacağını. Neyse ki neredeyse dağ yamacında oturuyorum da akşamları esiyor püfür püfür.
# Yedek Subay Sınavı denilen şey de ülkemdeki bütün sınavlar gibi gençlerin yaşama enerjisini ciğerlerinden söküp almak için yapılan bişiymiş. Kardeşceğizim de yılın en sıcak günü 10 saat sıra beklemek suretiyle tecrübe etti dün bunu.
# Bu albüm kapağıymış sanırım. Bir de şarkıyı dinleseniz kendinizi parçalayasınız gelir. Ciddi ciddi yapmışlar bunu. Bu fotoyu da twitpic'e koymuşlar biz yaparken çok eğlendik diye. İnsanın inanası gelmiyor.
# Tarkan geri mi dönüyor nooluyor? Sürekli televizyonda görüyorum. Acımayacak filan diye bir kıza seslendiği yeni bir şarkısı var onu duydum. Allah selamet versin.
# 118'le 80'in takside karşılaşıp birbirlerine mal mal seslenmelerini dakika başı göstermek bir işkence metodu olarak kullanılabilir. Hayır sonrasında Coca Cola'nın denize hava püskürtmeli şişeden atlayan gençler temalı reklamını görüyorsun, bu reklamsa bu ne diyorsun mecburen.
# Serin günler dileklerimle, sevgiler.

1 Ağustos 2010 Pazar

Zamana meydan okuyan aşk mı istediniz?



Penny: Hello.
Desmond: Penny.
Penny: Desmond.
Desmond: Penny, Penny you answered. You answered Penny.
Penny: Des, where are you?
Desmond: I’m..I’m..I’m..I...I’m on a boat. I’ve been on an island and oh my god Penny, is that really you?
Penny: Yeah..Yes it’s me.
Desmond: You believed me, you still care about me.
Penny: Des i’ve been looking for you for the past three years. I know about the island....and then when i spoke to your friend Charlie that’s when i knew you were still alive. It’s really you, i wasn’t crazy. Des, are you still there?
Desmond: Yes, yes i’m here. I’m still here, can you hear me?
Penny: Yeah, yeah that’s better.
Desmond: I love you Penny..I’ve always loved you..I’m so sorry..I love you.
Penny: I love you too.
Desmond: I don’t know where i’m but...
Penny: I’ll find you Des...
Desmond: I promise...
Penny: No matter what...
Desmond: I’ll come back to you...
Penny: I won’t give up...
Desmond: I’ll promise...
Penny: I'll promise...
Desmond & Penny: I love you...

Ne kral abimizsin sen Desmond, ne güzel yengemizsin sen Penelope. Sevdiğinin zalım babası bir yudum viskiyle senin insanlığını karşılaştırmaya çalıştığında da gözlerimizi doldurmuştun Desmond, Yaşar Usta gururuyla holdingden çıkıp kravatının üstünde zıpladığında da. Sana her coward deyişlerinde içimiz kötü oldu, 5 sterlinlik fotoğrafın parasını ödeyemeyip aşk yeterli değil, iyi insan olmak yeterli değil dediğinde de yıktın geçtin bizi.
Ama tüm bunlara rağmen şanslıydın. Çünkü senden hiç vazgeçmeyen bir Penelope'ye sahiptin. Şöyle güzel sözlerle en umutsuz anını aydınlatan Penny'e:

"Please don't give up, Des. Because all we really need to survive is one person who truly loves us. And you have her."

Böylesi sağlam "sabit"lerle karşılaşmak dileğiyle. Si yu in anadı layf brada.